18 Temmuz 2011 Pazartesi

Vicdan...

Bazı şeyler vardır insanı içten içe acıtır.
Hatalar, yanlışlıklar ve tanımlayamadığımız bazı başka şeyler.
İnsan yük ediniyor bunları ve zamanla kaldıramıyor eskisi gibi.
Hayat daha mı kolay olsaydı ne?
Bir de huzursuzluklar var ki onlar da ayrı yaralıyor insanı.
Bir süredir kafamın içi çok dolu.
Vicdanım ve huzursuzluklarım rahat bırakmıyor.
Ve anlıyorum ki eskisi gibi değil.
Kolay olmuyor artık görmemezlikten gelmek.
Biliyorum, hala oralarda ve beni uyarıyor...

8 Haziran 2011 Çarşamba

Büyük Sır...

Saat sabaha karşı 3:35'i gösteriyordu.
Genç doktor çalışmasında sona gelmişti ama biraz daha zamana ihtiyacı vardı. Çok önemli bir buluş olacak diye düşündü içinden.
Notlarını düzenledi, masadan kalkıp önlüğünü askıya astı. Laboratuvardan çıkarken gözü masanın üzerinde duran mavi sıvıya takıldı...
Eğer işe yararsa pek çok kişinin hayatını kurtaracak önemli bir buluşa imza atacaktı. Tarifsiz bir heyecan kapladı içini.
Kapıyı kapatıp evine doğru giderken laboratuvarın duvarına asılı saatin içindeki gizli kameradan izlendiğini bilmiyordu.
Aynı anda çok uzaklarda beyaz saçlı 70 yaşlarında başka bir adam son derece ruhsuz bir surat ifadesiyle laboratuvarı izlediği masasından kalktı ve yavaşça bütün şehre hakim balkonuna çıkarak derin bir nefes aldı.
Adamın suratında duygudan eser yoktu.
Bir hafta sonra önemli bir kurul toplantısında katılacaktı. Bu iş daha fazla uzamamalıydı.
Bir sonraki sabah genç doktor çalışmalarının son verilerini inceledi ve deney hayvanlarındaki bazı gariplikleri etik kurul dosyasında sunup sunmama konusunda kararsız kaldığı için ayrı bir dosya hazırladı.
Hazırladığı serum beyinin alışkanlıklar merkezini baskılayarak sigaradan uyuşturucuya kadar alışkanlık yapan bütün tehlikeli maddelerin arzulanmasını ortadan kaldıracaktı.
Aynı şekilde obeziteye neden olan kontrolsüz iştah da aynı mekanizma ile çalıştığı için tarih olacaktı.
5 yıl önce üniversitenin kütüphanesinde uluslararası tez konularını gözden geçirirken bu çalışmanın daha önce yapıldığını ancak bilinmeyen bir sebepten dolayı yarım bırakılıp rafa kalktığını öğrendiğinde inanılmaz heyecanlanmış ve son 5 yılını sadece bu program için harcamıştı.
Tuhaf bir şekilde daha önceki çalışmaya ait bazı küçük veriler dışında kimin tarafından yürütüldüğü konusunda hiç bir ize rastlayamamıştı. Üniversite tezlerinde bu durum alışıldık bir durum değildi. Daha önce kimin bu işe kalkıştığını bilseydi kendisine çok yardımı dokunabilirdi.
Doktor, gözlerini duvardaki saatin tuhaf motifine dikmiş bunları düşünürken genç bir bayan sesi "hmm, sanırım bu okulun en yakışıklı adamı ile yemek randevumuz vardı" diyerek genç doktoru hayallerinden sıyırıp laboratuvara döndürmüştü.
Genç kadın doktorun hem öğrencisi hem de sevgilisiydi.
Bu pek hoş karşılanan bir durum olmasa da ilişkilerini sadece dostları bildiği için bir sıkıntı yaşamıyorlardı.
Genç kadın etrafta kimsenin olmadığına emin olduktan sonra sevgilisine sıcacık bir öpücük armağan etmişti. Bu sırada duvardaki saatin içinde bulunan kamera bu görüntüleri çok uzaklara masasının başındaki yaşlı adama ilettiğinde yaşlı adam son derece duygusuz bir ifadeyle genç çiftin öpüşmelerini izlemiş ancak hiç bir şey hissetmemişti.
Çok yakından bakan birisi sadece gözlerinde hafif bir buğulanma görebilirdi...
Etik kurul toplantısının yapılacağı gün genç doktor bütün hazırlıklarını tamamlamış ve sunumunu son bir defa gözden geçirmişti.
Eğer etik kurul onay verirse serum insanlar üzerinde denenebilirdi.
Bir an bu kadar büyük bir keşfin hem insanlığa hem de kendisine getireceklerini düşündü. Uluslararası bir ün ve çok ciddi bir servet...
Kahvaltısını tamamladıktan sonra çalışmalarını koyduğu çantasını aldı ve arabasına bindi.
Dikiz aynasına baktığında sanki arka bahçedeki ağaçların arkasında birini görür gibi oldu ama daha dikkatli baktığında kimsenin olmadığını fark etti.
O sırada şehrin hava alanına inen uçaktan elinde bir küçük valiz ile yaşlı adam iniyordu.
Aklında yine aynı şey vardı " Bu çalışma durdurulmalı"...
Üniversiteye ait olan eski model klasik bir araba kendisini bekliyordu.
Şoför yaşlı adamı görünce hemen araçtan inmiş ve "hoş geldiniz profesör" diyerek elinden valizini almıştı.
Yaşlı adam sadece başıyla hafifçe selam vermiş ve arka koltuğa oturmuştu.
Şoför profesörü uzun yıllardır tanıyor ve kendisine büyük bir hayranlık ve saygı duyuyordu.
Yıllar önce yaşanan o kötü olaylardan sonra profesörden uzun bir süre haber alınamamış ve daha sonraları ise kendisine danışman olarak tekrar iş teklifinde bulunulmuştu.
Yaşlı adam yıllarca bu teklifi geri çevirmiş ancak her ne olduysa 2 sene önce bir kurul üyeliği için kendisine tekrar danışmanlık teklif edildiğinde fikrini değiştirmişti.
Araç yavaşça üniversiteye doğru hareket ederken yaşlı adam uzun yıllardır görmediği ama gençliğinin geçtiği tanıdık sokak ve caddelerin bu sefer kendisine hiç bir anlam ifade etmemesine şaşırmamıştı.
Üniversiteye geldiklerinde ise gözleri eski binalar ve insan kalabalıkları arasında dolaşmış sonra sadece çok dikkatli bakan birinin fark edebileceği bir şekilde yüzünde saniyelik bir hüzün belirmişti. Başını önüne eğmiş ve içinden lanet okumuştu ama yüzü hala o kadar ifadesizdi ki hiç kimse aklından neler geçtiğini tahmin bile edemezdi.
Emekli olan eski dostları profesörün geleceğini duyunca onu karşılamak istemişlerdi.
Bütün yüzler tanıdıktı ve hepsinde insanın içini ısıtan bir gülümseme vardı.
Yaşlı adam arabadan inerken yıllar boyunca aynı odayı paylaştığı başka bir emekli profesör yaşlı adama yıllardır ailesinden birisini görmemiş birisi gibi sarılmış ve ağlamaya başlamıştı.
Yaşlı adam ise bu sarılmaya sadece dostunun omzuna dokunarak karşılık vermişti.
Nedense orada bulunan hiç kimse yaşlı adamın bu tuhaf davranışlarına şaşırmıyordu.
Profesörü karşılamaya gelen genç meslektaşları hariç.
Onlar ise bir insan nasıl bu kadar soğuk olabilir diye düşünüyorlardı.
Hep birlikte önce öğle yemeği yemişler ve bir süre sohbet ettikten sonra görevli olanlar 14:30'da başlayacak olan kurul için salona geçmişlerdi.
Yaşlı adam yerini almış genç doktoru bekliyordu.
Önünde ise sadece bir dosya vardı.
Sanki bilmesi gereken her şeyi hatta daha fazlasını biliyormuş gibiydi.
Genç doktor salona büyük bir heyecan içerisinde gelmiş ve herkesi selamlamıştı.
İnanılmaz bir atmosferdi.
Üniversite bu çalışma için kurul oluşturulurken dünyanın her tarafından uzmanları özenle seçmişti.
Eğer her şey yolunda giderse üniversitenin de bütçesinde ve ününde büyük bir artış kaçınılmazdı.
Sunum başlamış ve genç doktor önce insan fizyolojisi ile konuya giriş yapmıştı.
İnsan vücudundaki dopamin, serotonin gibi kimyasallar zevkin ve bağımlılığın esas nedenleriydi.
Sigara burada bulunan nikotinik reseptörleri uyarıyor ve ciddi bir alışkanlık yapıyordu.
Aynı şekilde obeziteye neden olan aşırı yemek yeme de bu reseptörleri etkilediği insanlarda aşırı yemek yemek bir süre sonra ciddi bir bağımlılık haline geliyordu.
Sonra serumu anlatmaya başladı.
"Tek bir enjeksiyon ile buradaki reseptörler duyarsızlaştırılıyor" dedi.
Yapılan çalışmalarda madde bağımlılığı sağlanmış ve obez hayvanlarda 1 hafta içerisinde gözle görülür bir iyileşme sağlanmıştı.
Salondaki herkes büyülenmiş gibiydi.
Bu gerçekten çok önemli ve değerli bir çalışmaydı.
Genç doktor sunumunun sonunda;
"İnsanlarda sigara, uyuşturucu ve aşırı yemek yeme gibi alışkanlıklar bu serum sayesinde tarih olacak ve devletler çok ciddi ekonomik ve toplumsal kayıplardan kurtulacaklar. Ancak bu sizin burada vereceğiniz kararla mümkün olabilir. Düşünün ki yarınlarımızı çok ciddi tehlikelerden arındıracağız ve insanoğluna daha kaliteli ve uzun bir ömür için kapıları açacağız" dedi.
Herkesin yüzünde memnun ve mağrur bir gülümseme vardı, bir kişi hariç.
Yaşlı profesör anlatılanları o kadar donuk bir ifadeyle izliyordu ki, yüzüne nefret kazınmış bir buz kütlesini andırıyordu.
Son sorulara gelinmişti ve herkes tatmin olmuş gibiydi.
Genç doktor başka sorusu olan var mı diye salona bakarken yaşlı profesör;
" ya sevgi de yok olursa" dedi...
Herkes bir an durakladı ve profesöre baktı.
Profesör; " aynı kimyasallar aşkı ve sevgiyi de tetikler ve bağımlılığın dışında bağlılığın da oluşmasından sorumludurlar, siz eğer bunları duyarsızlaştırırsanız insanları duygusuz birer canlı haline getirebilirsiniz" dedi.
"Hayvanlar üzerinde çalışmalar yaptınız, peki dosyanızda neden sadece başarılı denekler var? Duygu yoksunluğuna uğramış olan ratları neden dosyaya dahil etmediniz?" diye sorduğunda herkesin gözü genç doktora çevrilmişti.
Genç doktor hayret içindeydi.
"Ama bu nasıl olabilirdi. Bu adam bütün çalışmaların detaylarını nereden bilebilirdi."
Genç profesör şaşkınlığını üzerinden atmaya çalışıyordu.
"Resptörler" dedi.
Maddesel ve duygusal verilerin algılandığı reseptörler insanlarda ve hayvanlarda farklılık gösteriyor dedi. Aşk ve sevgi duygusal veri olduğu için maddesel bağımlılık oluşturacak verilerden farklı iletiliyorlardı.
Bu nedenle insanlar üzerinde denemeler yapılması gerekliydi.
Yaşlı profesör, "Hayır dedi. İnsanlar deney hayvanı değil. Sigaradan kurtulmak için milyonlarca insan sizin serumunuza canlı denek olmayı kabul edecektir ama yüzde 20'lik bir kısım duygu yoksunluğuna yakalanacak ve ömürleri boyunca tamamen duygusuz birer canlı olacaklar."
Sonra ayağa kalkıp kurula seslendi.
"Eğer bu olursa bunun sorumlusu sizler olacaksınız beyler"...
Genç doktorun içini bir öfke rüzgarı kaplamıştı.
Bu çalışmaya yıllarını vermişti.
Ün kazanacaktı, servet sahibi olacaktı ve gözü hiç bir şey görmüyordu.
Kurul yaşlı profesörün söyledikleri karşısında hayvan deneylerinin uzatılması ve yeterli veri sağlanıncaya kadar insan çalışmalarına geçilmemesi yönünde karar almıştı.
Genç doktorun içini saran hayal kırıklığı ve öfke gözlerinden çakmak çakmak belli oluyordu.
Aklından" tamam, siz izin vermezseniz ben de ilk kendi üzerimde denerim" diye geçirdi.
Böyle saçma bir yan etkini oluşmayacağına neredeyse emindi.
Hızla salonu terk etti ve laboratuvara yöneldi.
Odaya girdiğinde gözü yine garip desenli saate takılmıştı.
Kurul seçimlerinden sonra üyelerden birinden hediye olarak oraya asılmıştı.
O an zihni o kadar doluydu ki, o saati oraya taktıranın yaşlı adam olabileceğini aklının ucundan geçmedi bile...
Serumu soğutucudan aldı, kolunu açtı ve tam enjeksiyonu yapacakken " dur" dedi bir ses.
Arkasını döndüğünde yaşlı adamla göz göze geldi.
Bir an bu duygusuz bakışlardan dolayı içinin ürperdiğini hissetti.
"Neden" dedi genç doktor.
"Bu çok saçma, reseptörlerin farklı olduğunu sen de biliyorsun."
"Söylediğin şeyler gerçek dışı. Kurul sadece korkutuğu için onay vermedi ve buna sen sebep oldun" diye bağırarak yaşlı adamın üzerine yürüdü.
Yaşlı adamın yüzünde hala hiç bir ifade yoktu.
Elindeki dosyayı masanın üzerine bırakarak arkasını döndü ve arkasına bakmadan yavaşça oradan uzaklaştı.
İçi rahatlamış olması gerekirken hala hiç bir şey hissetmiyordu.
Genç doktor ise dosyaya bakıyordu.
Elindeki enjektörü damarına dayamıştı bile.
Ancak bir an dosyanın üzerindeki kısaltmaların yıllar önce kütüphanede bulduğu tez çalışmasının üzerindekilerle aynı olduğunu fark ettiğinde ise yüzünde bir şaşkınlık belirdi.
"Yarım kalan" çalışma dedi sessizce.
Dosyayı eline aldı ve sayfaları çevirmeye başladı.
Kütüphanede bulduğu tez çalışması ile aynıydı hiç bir farklılık yoktu ancak en arka sayfanın altında XBM3342 yazılıydı.
Bir an durakladı ve bunun kütüphane kayıt numaralarından birisi olduğunu anladı.
Üniversitelerinin kodu XBM idi çünkü.
Hemen bilgisayarın başına geçti ve kodu girerek "enter" tuşuna bastı.
"Dosya Bulunamadı" mesajı ile karşılaştığında ise şaşırdı.
Bir an düşündü ve XBM3341'i girdi.
Veterinerlik ile ilgili bir tez sayfası açıldı. Sonra XBM3343'ü girdi. Bu sefer de okul arşivinden bir haber açıldı. Okul emekli edilen hocalara bir tören düzenlerdi. Bu haber de bunlardan birisiydi.
İsimlere hızlıca bakarken bir an tanıdık bir şey gördü. Haber 18 yıl önce emekli edilen öğretmenlerden bahsediyordu ve birisi de az önce yanına gelen profesördü.
O zamanlar 52 yaşındaydı ve bu yaş emekli olmak için çok erkendi. Zaten törene de rahatsızlığı nedeniyle katılmamıştı.
Belli ki birisi XBM3342 kodlu arşivi bilgisayar veri bankasından silmişti.
Hemen yaşlı profesörü bulmak için arkasından koştu ancak koridor bomboştu.
Adam gitmişti.
Genç doktor "kütüphane" diye düşündü.
Soluğu kütüphanede aldı.
Görevliye kodu vermiş ancak görevli böyle bir arşiv verisi kayıtlarda yok demişti.
Genç doktor nasıl silinmiş olabileceğini sorduğunda ise bunun sadece yönetimden birisi tarafından yapılabileceğini öğrenmişti.
Yaşlı profesörün bu okulda hatırı sayılır dostları vardı ancak aralarında şuan yönetimde olan kimse yoktu.
Kayıtların neden silindiğine ve gizlenmeye çalışılan şeyin ne olduğuna anlam veremedi.
Ama her ne ise bulmaya kararlıydı. Bu olay 5 senesine ve hayallerine mal olmuştu.
Laboratuvara geldiğinde sinirden eli ayağı titriyordu.
Eline tekrar enjektörü aldı ama aklında soru işaretleri vardı.
Daha önce hiç düşünmemişti ama bu ciddi bir riskti.
Ya duygularda yok olursa???
Sinirlerine hala hakim olamıyordu.
Enjektörü elinden bırakıp masanın üzerindeki küçük metal sayacı duvardaki saate fırlattı.
Kahretsin dedi.
O sırada yere düşüp kırılan saatin içerisinden açığa çıkan küçük kamerayı fark etmemişti bile.
Arşiv koduna göre daha önce bir şeyler olmuştu ama kayıtlardan silinmişti.
O an aklına 5 yıl önce kütüphanede bulduğu tez özetlerinde çalışmayı yapan kişinin yazılı olmadığı geldi. O zamanlar bunu tuhaf bulmuştu ama çok da üzerine düşmemişti.
Tez ile profesör arasında nasıl bir bağlantı olabilirdi?
Neden bu çalışmayı engellemek istiyordu.
Çalışmasının detaylarına nasıl bu kadar hakimdi?
Deney hayvanlarındaki tuhaflıkları nasıl bilmişti?
Birden profesörün duygusuz yüzü aklına geldi.
Çok soğuktu, hatta sinirle üzerine yürürken bile yüzünde hiç bir korku ifadesi görmemişti.
Aklına bir şeyler geliyordu ama anlam veremiyordu.
Bir an durakladı ve gerçek bir yıldırım gibi beyninde çakmıştı.
O gece okul kayıtlarının yazılı olarak saklandığı rektörlük arşiv kayıtlarına girmeye karar verdi.
Geç saatlere kadar laboratuvarda oyalandı.
Daha sonra etrafta kimsenin kalmadığına emin olduğunda rektörlük binasına gitti.
Bu sırada tıpkı sabah ki gibi takip edildiğinin farkında bile değildi.
Binaya girdi.
Diğer tüm hocalar gibi rektörlük binasında odası olduğu için güvenlik görevlilerini geçmesi zor olmadı. Hafifçe gülümseyerek başıyla selam verip hızla yukarı çıktı.
Arşiv ana toplantı odasının içindeydi.
Ancak kapısı büyük ihtimalle kilitliydi.
Bunu düşünecek durumda değildi. Kilidi kıracaktı.
Kapının önüne geldiğinde güvenlik kameralarına baktı. Bu iş belki de sonu olacaktı ama yıllardır verdiği emeği ve hayal kırıklığını düşündü.
Biraz geriye çekilerek eski ahşap kapıya baktı. Kilidi kırmak zor olmayacak diye düşündü.
Tam o sırada merdivenlerden birisinin çıktığını duydu ve durdu.
Gözlerini o tarafa dikmiş bu saatte kendisinden başka kimin orada olabileceğini düşünüyordu.
Bir de bu saatte arşivde ne aradığını sorarlarsa vereceği cevabı.
Merdivenlerden çıkan tanıdık bir yüzdü.
Okulun emektar şoförü kendisine doğru yaklaşıyordu.
İyi ama bu saatte ne işi vardı burada.
"İyi geceler doktor" dedi ve tokalaşmak için elini uzattı.
Genç doktor anlam veremediği halde elini uzattı ve " iyi geceler" dedi.
Bu sırada avucunda bir sertlik hissetti. Şoförün elinde bir şey vardı.
Sonra şoför hafif bir tebessümle geri döndü ve geldiği gibi karanlığa karışarak oradan uzaklaştı.
Doktor durumu şaşırmıştı.
Sadece tokalaşmak için mi geldi...
Birden avucundaki nesne aklına geldi.
Elinde okulun kişisel dolaplarına ait bir anahtar vardı.
Anlam veremedi.
Anahtarın bir yüzünde dolabın numarası yazıyordu.
Diğer yüzünde ise dolap sahibinin adı yazardı ama bu anahtarda değildi.
Anahtarın diğer yüzünde bazı harf ve sayılar vardı.
XBM3342
"Aman Tanrım" dedi.
Bu kayıp olan arşiv dosyasının numarasıydı.
İyi ama profesör neden bu dosyası laboratuvara geldiğinde elden vermemişti de böyle garip bir yol izlemişti.
Konu üzerinde fazla düşünmeden hemen yan binada ki dolapların olduğu alt kata indi.
Anahtarın üzerinde yazılı olan 00867 numarası çok eski bir dolaba ait olmalıydı.
Son senelerde verilen anahtarlar üzerindeki numaralar 6 ile başlıyordu çünkü.
Okuldaki her bir dolap, sahibinin okuldan ayrılmasından sonra yeni birisine veriliyordu ama numara öğrenci numarası ile aynı olduğu için artarak devam ediyordu.
En arka koridora geçti. 00'la başlayan dolaplar oradaydı.
00866 ve 00867...
Dolabın içinde ne bulacağını bilmiyordu bile.
Anahtarı kilide sokup yavaşça çevirerek açtı.
Dolabın kapısı sanki yıllardır açılmamış gibiydi.
Kapı hafif bir gıcırtıyla açıldı.
Dolabın içerisinde eski bir günlük vardı.
Günlüğü aldı ve sayfalarını yavaşça çevirmeye başladı.
Okudukça yüzündeki ifadeler değişiyordu.
Sonlara gelmeye başladığında içinde derin bir acı hissetti.
Genç doktorun gözleri dolmuştu.
Günlüğü yazan genç bir profesördü.
Babasını akciğer kanserinden kaybetmişti.
Çocukluğunun hep sigara dumanı altında geçtiğini ve babasını bu yüzden kaybettiğini yazıyordu.
Babası öldükten sonra dünyası yıkılmıştı.
Üniversitede doktora öğrencisiyken genç bir asistanla tanışmış ve ona aşık olmuştu.
Çok geçmeden evlenmişler ve küçük bir kızları dünyaya gelmişti.
Genç profesörün bütün dünyası ailesi ve işiydi.
Bir zaman sonra sigara bağımlılığını engelleyebilecek bir serum üzerinde çalışmaya başlamıştı.
Hayvan deneylerinde anormal davranış sergileyen hayvanların varlığından söz ediyordu.
Birden aklına kendi deneyleri geldi.
Duygu yitimi sendromu diyordu buna genç profesör.
Reseptörler farklı olduğu halde %20'lik bir ortak etkilenme alanı vardı.
Bir gece profesör laboratuvarından evine döndüğünde kapıdaki kalabalığı görmüş ve koşarak evine girmeye çalışmıştı.
Ancak polisler kendisini tutmuş ve içeriye girmesine izin vermemişti.
Bir süre sonra gerçek ortaya çıkmıştı.
O gece eve hırsız girmiş ve seslere uyanan küçük kız ağlamaya başlamıştı.
Hırsız da önce küçük kızı sonra da anneyi yakalanmaktan korktuğu için öldürmek zorunda kalmıştı.
Genç profesör çığlıklar ve acı içinde olduğu yere yığılmıştı.
Günlüğü okuyan doktor da göz yaşlarına hakim olamıyordu.
Sanki olayları ve profesörün acısını içinde hissediyordu.
Genç profesör o geceyi hastanede sakinleştiricilerin etkisi altında geçirmişti.
Uzunca bir süre eşinin ve kızın mezarı başından ayrılmamış, geceleri de burada uyumuştu.
Okul arkadaşları işine dönerse biraz aklının dağılabileceğini söyleseler de genç profesörün kimseyi dinleyecek hali yoktu.
Daha sonra uzunca bir süre kendisinden haber alınamamıştı.
3 Yıl sonra okula döndüğünü yazıyordu günlükte.
Her ne yaptıysa içindeki acıdan kurtulamamıştı.
En sonunda hayvan deneylerinde fark ettiği duygu yitimi sendromuna neden olan serumu kendi üzerinde denemeye karar vermişti.
Arkadaşları laboratuvara geldiğinde donmuş ve sadece duvara bakan bir adamla karşılaşmışlardı.
Hiç bir şeye tepki vermiyordu.
Hiç bir his ve tepki yoktu.
Bu arada günlüğün 2 farklı el yazısıyla yazıldığını fark etti.
Birisi profesörün kendi ağzından olayları anlatıyordu.
Serumu kendisine enjekte ettiği günden sonra yazı değişmişti ve dışarıdan gözleyen birisinin anlatımını içeriyordu.
Aklına uzun yıllardır burada olan şoför geldi.
Günlükte ondan da bahsetmişti.
Kadim dost diyordu ondan için.
Gerçek ise profesörün ailesini kaybetmesine dayanamadığı için yan etkisini bildiği serumu kendi üzerinde denemesiydi.
Evet bu çalışmayı yıllar önce yapan kişi yaşlı profesördü.
O sene emekli olmuştu yada edilmişti.
Kayıtlar da konu kısmı ve basit bir iki detay dışında arşivden silinmişti.
Genç doktor olduğu yere yığılmış kalmıştı.
"Ne büyük bir acı" dedi...
Önce kaybedilen bir aile sonra da kaybedilen duygular...
Genç doktor laboratuvarına doğru yürürken bu dramı yüreğinde hissediyordu.
Bütün çalışma verilerini ve serum örneklerini bir kutuya doldurdu ve bilgisayardan da verileri temizledi.
Kurulun kendisini neden daha önce uyarmadığını düşündü.
Bu olayın üzerinden yıllar geçmişti ve yeni kurulda yaşlı profesör hariç kimse kayıtlar silindiği için böyle bir çalışmadan haberdar değildi.
Olay açığa çıkmasın diye bütün verileri okul yönetimi yıllar önce temizlemişti.
Bugün ise hepsi emekli olmuştu.
Yani O'nu uyaracak kimse yoktu.
Yaşlı profesör ise etik kurul üyeliği teklif edildiğinde olaydan haberdar olmuştu ve bu nedenle üyeliği kabul etmişti.
"Yani beni engellemek için" diye düşündü.
Ama niye kendisi ile yüz yüze konuşmamıştı ki?
Tüm bunları düşünürken arabasına koydu çalışmaları ve serum örneklerini içeren kutuyu tenha bir yere getirmişti.
Üzerine laboratuvardan aldığı alkolü dökerek bütün bir 5 yılını ateşe verdi.
Sonra da kendisi üzerinde deney yapmasını engelleyen ve belki de insanlığı yolun kıyısından son anda çeviren profesörü düşündü.
İçinde bir şükran duygusu vardı.
Sonra gözlerini kör eden egoları yüzünden kendisine kızdı.
Gerçekten zor bir gece olmuştu.
Evine dönerken gerçek anlamda duygusuz olmanın nasıl bir şey olduğunu düşündü.
Şehirde gün ağarmaya başlamıştı.
İnsanlar için yeni bir gündü...
Bir kişi hariç....

4 Haziran 2011 Cumartesi

Cemre (*) ve Toprak...

Bir varmış bir yokmuş.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler top oynarken eski hamam içinde...
Ben deyim şu ağaçtan, siz deyin şu yamaçtan, uçtu uçtu bir kuş uçtu; kuş uçmadı, Gümüş uçtu. Gümüş uçmadı, Memiş uçtu. Uçar mı, uçmaz mı demeye kalmadı; anam düştü eşikten, babam düştü beşikten...
Biri kaptı maşayı, biri aldı meşeyi; dolandım durdum dört köşeyi...
Vay ne köşe bu köşe!
Dil dolanmadan ağız varmaz bu işe; bu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi, şu köşe güz köşesi, diye iki tekerleyip üç yuvarlarken aşağıdan sökün etmez mi Maraş paşası!..
Hemen bir sarıya bir fare deliği bulup, attım kendimi dışarı; gelgelelim şu mahallenin yumurcakları haşarı mı haşarı; bir fiske vurdular enseme, gözlerim fırladı dışarı!..
Az gittim uz gittim. Dere tepe düz gittim. Çayır çimen geçerek, lale sümbül biçerek, soğuk sular içerek, altı ayla bir güz gittim. Bir de dönüp ardıma baktım ki, ne göreyim, gide gide bir arpa boyu yol gitmişim!..
Vay başıma, hay başıma. Bu yol bitecek gibi tükenecek gibi değil, ya bir devlet kuşu konsa başıma, ya da alsa beni kanadına kaşına, demeye kalmadı bir de gördüm ki, ne göreyim?
Adıyla sanıyla, yeşiliyle alıyla, Zümrüd-ü Anka dedikleri değil mi? Kafdağı'nın üstünden süzüm süzüm süzülüp geliyor. Bakın hele! Yüzü insan, gözü ahu. Ne maval, ne martaval. İşitilmedik bir masal!..

Zamanın birinde yüreği kor, gözleri çakmak kendisi alev parçası Cemre adında bedeni dört mevsim ama gönlü sadece bahar bir kız varmış.
Baldan dudakları, ipekten teni, başak tarlasına benzer saçları varmış Cemre’nin.
Bir görenin aklı gider, aman dileyip kendisini soğuk sulara atarmış.
Cemre’nin gönlü aşkı bilmezmiş ilk zamanlar, sadece severmiş herkesi ve her şeyi.
Ama büyüdükçe aşkı hissetmiş kalbinde. Ellerinde ve yüreğinde bir boşluk, dudaklarında bir serinlik olduğunu anlamış.
Gel zaman git zaman 3 yiğit aşığı olmuş Cemre’nin.
Alaycı, değişken Hava, akıcı, coşkulu su ve dingin, huzurlu Toprak…
Hava en önce görürmüş hep Cemre’yi, gitme dermiş kal benimle.
Eseriz uzaklara, çıkarız bulutlara nereye isterse canımız gideriz oralara dermiş.
Cemre Hava’nın inceliğine, huzuruna âşıkmış ama değişkenmiş hava, belli olmazmış ne yapacağı. Tutmazmış bir günü bir gününü. Ya dermiş bir gün gelir de eserse uzaklara bensiz? Sonra hangi rüzgâr soğutabilir kalbimdeki o kor Alevi?
Sonra Su çıkarmış hep karşısına. Gözleri masmaviymiş Su’yun. Hayat doluymuş. Cemre’ye, gel aşkım dermiş, bir birimiz içinde kaybolalım, dudaklarımız ayrılmasın sonsuza kadar beraber olalım dermiş.
Ama hırçınmış Su, bazen yıkamış çevresini, sert kayalara bile kafa tutar, dininceye kadar çarparmış kendisini. Korkuyormuş Cemre ya bir gün bana da dalgalanır ama durulmazsa diye.
Ve Toprak….
Toprak vefalıymış. Ağırbaşlı kara gözlü bir yiğitmiş. Vakur ama koruyucuymuş. Cemre hep O’nu daha çok sevmiş içten içe. Ama Toprak hiç açılamamış Cemre’ye.
Bir kere bile diyememiş aşkını. O yüzden hep en son O bakarmış Cemre’nin ardından.
Yıllar yılları kovalamış. Cemre her seferinde önce Havanın inceliğine, sonra Suyun asiliğine ama bir tek Toprağın sadakatine âşık oluyormuş.
O nedenle ne kadar severse sevsin diğerlerini, günü geldiğinde sadakati bulduğu yerde, yani Toprağın bedeninde kaybolmuş Cemre.
O gün bugündür, her bahar geldiğinde âşıklar şöyle anlatırlarmış Cemre’nin hikâyesini.
“ Her bahar Aşkı ve Cemre’yi anlatır. Aşk, vazgeçilmez olan için her şeyden Vazgeçebilmektir.”

(*)Cemre: İlkbahar başlangıcında yedişer gün arayla önce havada sonra su ve toprakta oluştuğu sanılan sıcaklık artışı. Arapça olan sözcük kor durumunda ateş anlamına gelir.

2 Haziran 2011 Perşembe

Kırılma Noktaları...

Hayatlarınızda "kırılma noktaları" olduğunu hiç düşündünüz mü?
Kırılma noktaları derken geçmişimizde verdiğimiz kararların hayatımızın genelinde yarattığı etkilerden bahsediyorum.
Her seçim hayatımızı değiştiriyor çünkü.
Ben hayatın yeteneklerimize değil de seçeneklerimize baktığını düşünüyorum.
Belki harika bir cerrah olabilirdiniz ama siz işletme okudunuz yada Mozart'ın bile kıskanacağı türden bir virtüöz olabilirdiniz ama siz excel tablolarıyla boğuşmayı seçtiniz.
Karar size ait ve hayat bu noktada size karışmıyor.
Eğer siz yeteneklerinizi keşfedip hayatınızın rotasını buna göre çizebildi iseniz mutluluk ve başarı kaçınılmaz oluyor.
Bazılarımız da tam aksi için o kadar çaba sarf ediyoruz ki, e hayat da bu abuk ve gereksiz çabalarımızı taktir ediyor haliyle...
Diğer taraftan işin bir de ikili ilişkiler boyutu var.
Hayatınıza soktuğunuz gereksiz insanlar ve hayatınızdan çıkardığınız doğru insanlar.
Yıllar sonra bile "keşke" dediğiniz insanlar...
Sonuç olarak bugün her kimseniz ve her ne yapıyorsanız bu tamamen sizin seçiminiz olmuş oluyor.
Karl Marx'ın çok güzel bir sözü var;
"Geçmişte her ne olmuş ise başka bir alternatifi olmadığı içindir" diyor.
Aslında bence bu söz "Geçmişte her ne olmuş ise bu tamamen sizin seçiminizden dolayıdır" olarak değiştirilebilir.
Sonra da keşkelerle yaşamaya başlıyorsunuz.
Ve biliyor musunuz " keşke" kelimesi kadar acizlik hissi uyandıran başka bir kelime daha var mıdır bilmiyorum.
Şimdi geçmişte verdiğiniz kararlardan dolayı hayatınızın kaç defa rota değiştirdiğini bir daha düşünün...
Unutmayın, bugünün kararları da yarınlarınızı etkileyecek...

26 Mayıs 2011 Perşembe

Ya Sonra...

Başını yastığa koyduğunda daha gece yarısı bile olmamıştı.
"Yine sıradan bir gündü" diye düşündü, hem de fazlasıyla sıradan...
Sonra göz ucuyla karşı duvarda asılı siyah çerçeveli saate baktı.
11:35...
Derin bir iç çekti ve yavaşça gözlerini kapattı...
Ve karanlık...
Kendini loş bir yolda yürürken buldu.
İleride bir insan kalabalığı vardı. Hızlanmak istedi ama hızlanmak istedikçe tuhaf bir şekilde geriye doğru gidiyordu. İlerideki belirli belirsiz silüetler yavaşça kaybolmaya başladı ve birden kendisini yüksek bir yerden aşağıda doğru düşerken buldu.
Bir terslik vardı. Çığlık bile atmıyordu.
Aşağıya düşerken birden gözünün önünden odalar geçmeye başladı. Sanki yüksek bir binadan aşağıya düşüyordu.
Bütün odaların içinde insanlar vardı ve çok mutlu görünüyorlardı.
Birden daha da hızlandı ve gözlerini kapatıp kendisini sona götüren düşüşe umursamadan acıyla gülümsedi.
...
Sessizlik ve karanlık...
Tuhaf bir şekilde şimdi kulaklarında bir uğultu vardı ama garip bir uğultuydu bu.
Birden gözlerini açtı ve uğultu aniden ezana dönüşüverdi.
Sabah ezanı okunuyordu.
Yastık terden sırılsıklam olmuştu.
Yatakta doğruldu ve penceresinden sokak lambalarının aydınlattığı uzun yola baktı.
Baş ucunda duran küçük su şişesinden bir yudum aldı ve yastığı yana iterek yeniden uyumaya çalıştı.
"Yarın cumartesi ve eminim ki değişik bir gün olacak"
...
Zil sesiyle yatağından fırladı. Kapı çalıyordu.
"Hayırdır inşallah" dedi ve gülümseyerek kapıya doğru hızlı adımlarla ilerledi.
Apartmanın diafonuna "kim o" dediğinde yüzündeki gülümseme birden kayboldu.
"Kusura bakmayın yanlış oldu" dedi yaşlı bir adam sesi.
Kimi bekliyordu ki zaten.
En son evine günler önce sadece su tesisatçısı gelmişti.
Yavaş adımlarla yatak odasına döndü ve kapının eşiğinde durup içeriye baktı.
Kim bilir kaç gündür toplamıyordu odasını.Tıpkı hayatı gibiydi...Dağınık ve özensiz...
Solmuş mavi renkli yorganı küçük yatağının yanından aşağıya doğru sarkmıştı. Başucunda hemen yerde dün gece terden sırılsıklam olduğu için yere attığı kırmızı yastığı vardı.
Başucundaki komidinin üzerinde bir abajur, ağzına kadar dolu bir kül tablası, kol saati ve pet şişe duruyordu.
Yatağı hemen pencerenin yanındaydı ve tüller sigara dumanından grileşmişti.
Pencere ise kim bilir kaç haftadır temizlenmediği için lekelerle doluydu.
Karşı duvara yaslı duran ceviz rengi elbise dolabının kapısı açıktı ve elbiseleri düzensiz ve ütüsüz bir şekilde dışarıya doğru taşmıştı.
Duvarda geçen sene aldığı ahşap çerçeveli küçük bir tablo duruyordu ama o bile sağ tarafa doğru dönmüştü.
Odanın duvarları açık sarıydı ve bir kaç yerde döküntü vardı.
Yerdeki küçük kilim ise topaklanmıştı ve kül içindeydi.
Hemen kapının yanındaki duvarda asılı küçük aynada kendine baktı.
Gözlerinin altı torbalanmış, saçları dağılmış inanılmaz yaşlı bir yüz gördü.
"Hayır" dedi.
Bugün farklı olacak hissediyorum.
Banyoya girdi ve bir duş aldı.
Elbiselerinin arasından en temizlerini seçerek mavi bir t-shirt ile bir kot pantolon geçirdi üzerine.
Sonra elbiselerini büyükçe bir çöp torbasına doldurup yan apartmanın altındaki kuru temizlemeye bıraktı.
Uzun zamandır aramadığı gündelikçi kadını arayarak bugün temizliğe gelmesini rica etti.
Kadın su saatinin arkasındaki yedek anahtarın yerini biliyordu zaten.
Soluğu deniz kenarında güzel bir kafede aldı.
Güne iyi başlamak için iyi bir kahvaltı yapacaktı.
Bir taraftan da insanları izliyordu.
Bebeğini seven bir kadın, köpeği ile koşan bir adam ve bir birine sarılmış halde yürüyen bir çift gördü.
Herkesin bir hayatı ve düzeni vardı... O hariç.
Sonra 2 masa ilerideki bir kadınla göz göze geldi. Ama kadın sadece öylesine etrafına bakıyordu.
Kahvaltıyla beraber gelen büyük su bardağındaki çaydan bir yudum aldı ve zoraki bir tebessüm ile kahvaltısını bitirdi.
Ne yapsaydı ki bugün...
Akşama kadar gezecekti.
Belki bir yerlerde tatlı bir kadınla tanışacaktı, kim bilir...
Sonra uzun uzun sohbet edeceklerdi.
Biraz ondan biraz bundan derken ertesi gün yine görüşmek için bir birlerinin telefonlarını alacaklardı.
Yüzündeki gülümsemeye engel olamadı. Hayali bile güzel diye düşündü.
Hesabı ödeyip sahile doğru yürüdü.
Bütün bir gün sokaklarda, mağazalarda ve nerede kalabalık gördüyse oralarda dolaştı ama sanki bütün dünya onun dışında dönüyordu ve sanki hiç kimse onun varlığını hissetmiyordu.
En nihayet akşam olmuştu yine.
Elinde sadece bir poşet içerisinde ismini dergilerde gördüğü için aldığı bir kitap vardı.
Saçları yine dağılmış, t-shirti kırışmış ve ruhu incinmiş bir şekilde kuru temizlemeciye girip sabah bıraktığı elbiselerini aldı ve evinin yolunu tuttu.
Kattaki lamba arızalı olduğu için telefonunun ışığı yardımıyla kilidi açmış ve eve girmişti.
Yeni temizlenmiş evin kokusu nedense onu şaşırtmıştı.
Bu kadar sıradanlık içerisinde belki de en sıra dışı şey temizlenmiş bir ev ve elbiselerdi.
Elindeki poşetle kendisini yatağa attı.
Kalabalıklar içinde o kadar yalnızdı ki, bu gerçek şimdi yüzüne daha sert bir tokat gibi patlamıştı.
Gözleri doldu.
Hayat bu kadar sade ve kendi başına yaşanmamalıydı.
Aklına bugün gördüğü insanlar geldi.
Kimse onun kadar tek başına değildi sanki.
Yemek yiyen kalabalık arkadaş grupları, el ele sevgililer, çocuklarıyla vakit geçiren anneler ve babalar görmüştü bütün gün.
Canı yanıyordu artık.
Dua edecek gücü bile kalmamıştı.
Gözleri duvardaki saat takıldı.
11:35...
Güçlükle yataktan kalktı ve balkona doğru ilerledi.
Balkon kapısını açtığında odanın içini serin bir hava doldurdu.
Göz yaşlarıyla ıslanmış yanaklarında daha bir serinlik vardı sanki.
8. kattaki dairesi şehrin en güzel manzarasına sahip olmasa da ışıl ışıl evleri ve sokakları görebiliyordu.
Gözlerini kapattı ve sesleri dinlemeye çalıştı.
Hemen alt katlarda bir yerde insan kalabalığının uğultulu sesine hafif bir müzik eşlik ediyordu.
Şehre arkasını döndü ve balkonun korkuluğuna oturdu.
Gözyaşları daha hızlı süzülüyordu artık yanaklarından.
İçinde kitap olan poşeti hala elinde tutuyordu.
Sonra yavaşça kendini arkasından esen serinliğe bıraktı...
....
Cansız bedeni kaldırımın üzerinde yatarken belkide hiç olmadığı kadar insan vardı etrafında.
Ama hepsi geç kalmıştı...

17 Mayıs 2011 Salı

Şükretmek...

En son ne zaman şükrettiniz?
Ya da şükretmeyi unutanlardan mısınız?
Maaşınızın azlığından, istediklerinizin olmamasından, eskimiş ayakkabınızdan, sizde olmayanlara sahip olanları görmekten ve buna benzer pek çok şey yüzünden şükür duygusunun yerini hafiften bir haset duygusunu mu almaya başladı?
Elinizde olanları görmemeyi mi tercih ediyorsunuz yoksa?
O zaman uzun süredir neden huzursuz ve mutsuz olduğunuzun nedenini bulduk galiba.

Ne olursa olsun Allah'a verdiklerinden ve vermediklerinden dolayı şükretmek gerektiğine inanıyorum.
Tabi bilemiyorum sizin yaratan ile aranız nasıl.
Ancak emin olun ki şükrederek ve bağışlayarak çok daha huzurlu olabilirsiniz.
Çarkları tersine çevirelim ve düşünmeye başlayalım,
Nelere sahipsiniz? Bu sahip olduklarınız size asgaride yetiyor mu? Bunlara sahip olmak isteyecek insanların varlığından haberdar mısınız?
Eğer sağlıklı iseniz sadece bunun için bile ne kadar şükür etseniz az, biliyorsunuz değil mi?
Yok eğer sahip olamadıklarınızı düşünüp mutsuz oluyorsanız o zaman bu hikaye tam size göre;

Büyük İskender yıllar süren fetih maceralarından sonra eve dönmeye karar verir.
Makedonya gözünde tütüyordur.
Yola çıkarlar ve her şeyi arkalarında bırakırlar.
Ancak eve dönüş yolunda İskender hastalanır ve eve varamayacağını anlar.
Yardımcılarını çağırır ve şöyle der;
Ben öldüğüm zaman ellerimi tabutun dışında bırakarak gömün beni...
Herkes şok olmuştur çünkü böyle tuhaf bir dileğin sahibi Büyük İskender'dir.
Aman efendim derler, olur mu öyle şey, siz büyük İskendersiniz.
Ellerinizi neden tabutun dışında bırakmamızı istiyorsunuz?
Bunun üzerine İskender binlerce yıl sonrasına bile ibret olacak o sözleri söyler.
Evet, ben Büyük İskenderim.
Ben de dünyaya geldiğimde diğer bütün bebekler gibi ellerim kapalıydı.
Ellerim kapalıydı çünkü avuçlarımda hayata dair bir şeyler vardı.
Ancak şimdi, son yolculuğuma çıkarken, bütün insanlar görsün istiyorum ki, en büyük Fatih, Büyük İskender bile bu dünyadan avuçları boş gidecek...

Günü geldiğinde biz de bu dünyadan ayrılacağız hem de İskender gibi boş ellerle.
O yüzden asla sahip olamayacağınız şeyler için hayatı kendinize zehir etmeyin.
Sahip olabilecekleriniz için ise Tevekkül etmek en iyisi.
Yani siz elinizden geleni yapın gerisini Yaratana bırakın.
Dünyada her gün binlerce insan açlıktan ölürken yediği yemeğin tadını beğenmeyenler, sevdiklerini kaybeden insanlar varken ailesinin ve sevdiklerinin varlığını küçümseyip sırtlarını dönenler, ruhen ve bedenen çok ciddi acılar çeken insanlar varken ayakkabısı vurduğu için söylenen ve lanet okuyanlar...
Biraz ayıp olmuyor mu?

Tehlikeli Türle Yakınlaşmalar...

Hem kadınlar hem de erkekler için çok tehlikeli olabilecek karşı cinslerden bahsediyorum...
Size kendinizi biricik gibi hissettirip bir anda ortadan kaybolabilen karşı cins...
"Hayatımın aşkını buldum" dediğin anda bir anda alevler içinde kalmanıza neden olan karşı cins...
O'nlar herkese her şekilde büyük bir aşkla bağlanabilirler yada siz öyle olduğunu sanırsınız.
Ama o kadar duygusuzdurlar ki hiç beklemediğiniz bir anda aranızdaki can damarını gözlerini dahi kırpmadan kesip atabilirler. Kendilerinin de kanlar içinde kalabileceklerini bilmelerine rağmen.
Her şey onlar için bir hoşlanma ile başlar. Bir süre sonra tuhaf cazibelerine karşı koyamaz hale gelirsiniz. Gözleri, konuşmaları, tavrı sadece size özel gibi gelir. İnanılmaz bir ilgi ve sevginin içinde bulursunuz kendinizi. Aradan geçen zamanla yavaş yavaş tükenirler çünkü aslında onlar bulamadıkları aşkı ve içlerinde sahipsiz kalan duyguları size yönlendirmiş ama doğal olarak tatmin olamamışlardır. Size olan duyguları azalmaya başladığında dahi bunu başta hissedemezsiniz.
Ve artık gitme vakti geldiğinde aklınızda yığınla soru işareti, içinizde sızı ve ellerinizde soğukluk vardır. Aslında ona ait pek çok şey vardır ama bir tek o yoktur...
Peki ilk bakışta tanıyabilir misiniz onu?
Sanmam...
Ben bir zamanlar böyle birini çok yakından tanıdım hem de çok yakından.
Ama o ilginç bir hisse sahipti.
Geçmişte başkalarını üzenlerin karşısına kader onu çıkartıyordu.
Yarım kalan hesapları kapatan o idi.
Bunu yıllar sonra fark etmişti.
Ama her ayrılışla o da ah alıyor ve onun hesaplarını da başkaları kapatıyordu.
Sonuçta çok kadın hiç kadındı ve sonu da yalnızlıktı.
Tenlere karşı zaafı vardı ve her hoşlandığı kadına sanki hayatının aşkı gibi davranıyordu.
Her an başka birinin beğenisini çekebilmek onun için oksijen gibiydi.
Sonuç, hem kendisi hem de karşı taraf için kaçınılmaz ve anlatılmaz bir şekilde acı ve hayal kırıklığıydı.
Ancak her şeye rağmen biliyorum ki onlar için de hala umut var.
Siz böyle birilerini tanıyor musunuz?

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Aşkı Ararken...

İnsanlık en yalnız zamanlarını yaşıyor sanırım.
Öyle ki şu eski Yunan miti daha bir anlamlı hale gelmeye başladı sanki.
Efsaneye göre Titanlar insanları önce iki kafalı, dört kollu ve dört bacaklı yaratıyorlar.
Daha sonra canları sıkılıyor ve yıldırımları ile onları iki ayrı bedene ayırıyorlar.
Ve her bir bedenden bir kadın ve bir erkek çıkıyor.
Bu bedenler dünyanın dört bir tarafına dağılıyorlar.
Efsane bu ya; o bedenler ömürlerinin sonuna kadar diğer ruh eşlerini arıyorlar...
Bugün bile..
Doğru değil mi? Hepimiz (aşkı bulanlarımız hariç) aramıyor muyuz aşkı?
Herkesin içinde bir özlem yok mu bu duyguya karşı? Varlığı ile hayatlarımızı onurlandıracak, aydınlatacak ve bizi biz yapacak kişi ile karşılaşmak hem de bir an önce karşılaşmak için dualar etmiyor muyuz?
Diğer taraftan bazılarımız da aşk artık ütopya, anlaşabileceğim birisi olsun da gerisi eksik kalsın demeye başladı bile ne yazık ki...
Çünkü artık aşk çok mümkün görünmüyor onlar için.
Terk edilişler, üzüntüler derken sadece bir omuz ve tatlı sohbet bile şafak vaktinden sonra ağıran tan yeri gibi geliyor belkide.
Aşkı bulduğunu sananlar da bir süre sonra yanıldıklarını düşünebiliyorlar.
Yıllar önce karşı çıktığım ama şimdi sonuna kadar katıldığım "duyguların olduğu yerde mantık olmaz" fikri neden oluyor bu fikre sebep.
Aşk duygu işi ve doğal olarak da mantıktan uzak olabiliyor.
Bir süre sonra da beraber olduğunuz kişi ile uyumunuzu bir mantık çerçevesine oturtamayınca sorunlar çıkmaya başlıyor..
Seviyorum ama.... ile başlayan cümleler kurmaya başlıyorsunuz.
Seviyorum ama çok kıskanç, çok ilgisiz, eğitimi yetersiz, şurası şöyle, burası böyle.....
Neden biliyor musunuz?
Çünkü hoşlanma ve aşk duygusu daha önce de bahsettiğim gibi ağırlıklı olarak hormonal kaynaklı ve bu süreçte mantık devre dışı.
Bir süre sonra hormon seviyeniz normale döndüğünde ise karşınızdaki kişi ile aranızdaki uyumsuzlukları ancak görebilir hale geliyorsunuz.
Ve bu sefer ilişkiden beklentileriniz üzerine karşınızdakini kontrol etmeye başlıyorsunuz.
Eğer beklentiniz evlilik ise ve siz aşk sarhoşluğu ile buna karar verdiyseniz işte o zaman bir süre sonra boşanma için avukatın kapısını çalmak kaçınılmaz.
Yok eğer aşk sarhoşluğu geçtiğinde (aşkın ömrü 3 ay derler) siz hala evlenmemişseniz;
1. Ailelerin durumu
2. Eğitim seviyesi
3. Kültürel doku uyumu
4. Hayata bakış açısının ortaklığı
5. Maddi uyum
.
.
.
ile başlayıp uzayan bir liste ile kendinizi karşı karşıya buluyorsunuz.
Sonrası ise beklentilerinize kalmış tabi.
Sonuç; aşkı ararken unutmayın k;
Eğer bulursanız önce bırakın o duygu iliklerinize kadar işlesin.
Aşk her zaman karşınıza çıksaydı bu kadar özlem duymazdınız zaten, değil mi?
Sonra + ve -'lerin muhasebesini yapmak yerine tadını çıkartın, bir süre sonra zaten hesap yapmaya başlayacaksınız.
Ve unutmadan korkuyorsanız bu işe hiç bulaşmayın.

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Yedek Sevgili...

Kimi sevsem, onun hep uzakta bir sevdiği vardı, unutamadığı ilk aşkı ya da onu terk edip giden sevgilisi...
Kimi derinden sevsem, o bir başkasını derinden hatırlardı. Öylesine çok sevdim ki onları, başkalarına duydukları sevgiyi anlatmalarını sessizce, içim acıyla kanayarak dinledim. Beni yitirmekten hiç korkmadılar; çünkü onlara göre fazla iyidim; bu yüzden ilk anda vazgeçilebilirdi benden.
Beni terk edenlerden tek bir isteğim olurdu. ''Ne olur, bir daha beni aramayın! Çünkü ben kolay unutamıyorum. Çünkü ben size duyduğum o akıl dışı aşk yüzünden keder bahçemi dağıtıyorum. Çocukluğumun o güzel bahçesini.'' Böyle derdim onlara ama yine de ararlardı beni... Soluksuz ve umutsuz kaldıkları bir gece mutlaka akıllarına ben gelirdim...
O, yedek sevgili!...
Cezmi ERSÖZ...

13 Mayıs 2011 Cuma

Hayırdır İnşallah...

Daha geçen gün bir şiir ve bir de yazı girmemiş miydim ben bu bloğa?
Ya birisi bloğumu hackledi yada kayışı kopartıyorum...
Ne güzel yorumlar da almaya başlamıştım.
Umarım bu iş rutine binmez, yani blog yazılarının kaybolması...
Neyse, 5 aydan sonra tek tük sigara içmeye başladım ki keyfim kaçtı.
Son 3 senedir her sene 5-6 ay bırakıyorum sigarayı sonra yine böyle tek tük içmelerle yeniden başlıyorum.
Ama her seferinde yine büyük bir azimle tekrar tekrar baştan başlıyorum.
Sadece sigarada değil, genel bir alışkanlık benimki.
Kaybettiğim yerden baştan başlamak...
Bir gün sıkılır mıyım acaba?
Neyse, bu sefer çok günlük yazar gibi oldu.
Şimdilik benden bu kadar...

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Keyif...

Sen olacaksın ki yanımda;
Yemek yemek keyifli olacak, uyumak, öpüşmek, gezmek zevkli olacak.
Sabahlamak, kitap okumak beraber, beraber sövmek ayarsız ağızlarla, beraber gülmek koca bir ağız dolusu.
Senin olduğun yerde utanma, arlanma, ayıp günah bile olmayacak.
Sonra sen olacaksın ki ben ben olacağım, baba olacağım, sevgili, dost, fedai olacağım.
Sen olacaksın ki sabahların tadı bir başka, gecenin zevki bir başka olacak.
Seninle gezmek gerek Akdeniz kıyılarını.
Ellerimizle balık yerken, lokmaları bir birimizin ağzına vermeli, beslemeli ve yıllara inat büyütebilmeli birbirimizi.
Daha o kadar çok ki seninle anlam bulması gerekenler ve seniz anlamını yitirenler.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Tozlu Anılar ve Aşk İzleri...

Sigarasını söndürürken telefondaki ses "Hoşçakal" diyordu.
Kısık ve sevgi dolu bir ses tonuyla "İyi bak kendine" diye karşılık verdi adam.
Ciğerlerinde ki son dumanı da penceresinden dışarıya yavaş yavaş üflerken yıllar öncesine, O güne gitti.
lisedeydi o zamanlar.
Dışarıda kapalı bir hava olmasına rağmen o gün neşesi yerindeydi.
Başkalarının aksine kapalı ve puslu havaları sevmişti hep.
Çalan zilin ardından yüzünde belli belirsiz bir gülümseme ile dersten çıktı ve merdivenlerden hızla inerek kantine girdi.
Görmesi gerekenleri görmüş ve göz kırparak " haydi dışarı" işaretini vermişti.
6-7 Genç koşturarak soluğu okullarının karşısındaki hamamın yanındaki arada almışlar ve duvara sırtlarını vererek hemen birer sigara yakmışlardı.
Bir anda başlayan neşeli sohbete eşlik eden kahkahaları dar sokağı çınlatıyordu.
O kaçamak zaman kırıntısında içilen sigaralar ve yanında kahkahalar ile paylaştıkları hayalleri en sıkıcı derslerin bile çabucak geçmesini sağlıyordu.
Keyifleri hepten yerine gelmişti.
Kısa bir süre sonra tekrar zil sesi duyuldu ve sohbetlerini bir sonraki araya bırakarak okula döndüler...

Ders beden eğitimiydi.
"İşte bugünü sevmemin başka bir nedeni daha" diye düşündü gülümseyerek.
Yavaşça soyunma odasına indi, üstünü değiştirdi ve arkadaki merdivenlerden ıslık çalarak kalabalık olan spor salonuna girdi.
Ortalığa şöyle bir göz attı, biraz salınarak yürüdü, bir iki arkadaşıyla şakalaştı ve yavaşça potanın dibine geçip voleybol oynayan arkadaşlarına katıldı.

Tam da "Bugün bir şeyler olacak sanki" diye aklından geçirirken;
Arkadaşı hızlı bir pas çıkardı ve o günün keyfiyle topa öyle bir vurdu ki...
Hızla yön değiştiren top bir anda ileride arkası dönük olan bir kızın sırtında patladı.

Kız bir anda acıyla arkasını dönmüş ve keskin bir bakış fırlatmıştı.

Aman Allahım...
Hayatında bu kadar büyüleyici gözler görmemişti.
Büyük bir şaşkınlık ve hayranlık içinde olduğundan aslında kızın acı ve sinir dolu gözlerle baktığını fark edememişti bile...
Top kızın sırtına çarpmıştı ama kesilen nefes çocuğun ki olmuştu.
Bir anda yer çekimi etkisini kaybetmiş ve gencin ayakları yerden kesilmişti.
Kulaklarında sadece kendi kalbinin atışı yankılanıyordu.
Her şey birden bire olmuştu.
Ağzında bir şeyler geveledi.
Özür dilemeye çalışıyordu ama yüzündeki salak gülümsemeye de engel olamıyordu...

Akşam olduğunda, koskoca günün geri kalanı sanki yoktu, yaşanmamıştı.
Aklında sadece kızın gözlerine baktığı "AN" vardı...
O gece ve sonraki pek çok gece "O ANı" tekrar tekrar yaşamıştı.

Aynı okulda olmalarına rağmen kızın adını bilmiyordu bile.
Öğrendiğindeyse bu isim yıllar boyunca yüreğinde bir iz olarak kalacaktı...
Bir kaç gün sonra yine bir tenefüste bir arkadaşının yanına doğru giderken, arkadaşının yanındaki kız gelenin kim olduğunu görmek için arkasını dönmüş ve genç olduğu yere çakılmıştı.
Bu bakışların sahibini günlerdir aklından çıkartamıyordu ve şimdi O yine karşısındaydı.
Yine nefesi kesilmiş ve ağzı kurumuştu.
Ya saçmalarsam diye düşünmüş ama kendisini toplayıp hem özür dilemiş hem de O'nunla tanışmıştı.

Derin bir iç çekerek tekrar pencereden baktı ve bir sigara daha yaktı.
O zamanlar daha 15 yaşındaydı ve sonrasında yıllar geçmişti.
Ama her şey dün gibi aklındaydı.
Kızın saçlarının kokusu, gülümsemesi, gözleri ve utangaç bakışları...
Diğer taraftan yine dün gibi hissettiği acılar bir anda sarıverdi adamı.
Çok kötü günler geçirmişti daha sonra.
İlk aşkın böyle bitmemesi gerekiyordu.
Sonra sigarasından derin bir nefes daha çekti ve yılların verdiği olgunlukla gülümsedi.
Acılar yıllar öncesinde kaldı dedi kendi kendine, acılar yıllar öncesinde kaldı.
Zaman, onlardan geçmişlerinden bir birine dokunabilen ve sadece sesleri olan iki kişi yaratmıştı.
Yine şükretti Tanrıya.
Baş ucunda duran saate baktı göz ucuyla.
Vakit geç olmuş ve artık yatma zamanı gelmişti.
Yıllar sonra ilk defa aynı şehirde aynı geceye ayrı bedenlerle uyuyacaklardı.
Uyandıklarında ise hayat her zamanki gibi kaldığı yerden devam edecekti.
Adam yatağına uzandı ve kızın adını bir kez daha mırıldanarak kendisini karanlığa bırakıverdi...

28 Nisan 2011 Perşembe

İzler...


Bedenlerimizdeki ve ruhlarımızdakiler.
Bazen ikisi de bir birine bağlı olarak oluşuyor.
Hani sevdiğiniz için kavga edersiniz ve yıllar sonra bile baktığınızda O'nu hatırlatacak bir yara oluşur bedeninizde.
Bazen de hiç ilgileri olmaz birbirleriyle.
Bedendekileri boşverin de ruhlardaki izler nasıl oluşurlar ki?
O izlerin nedeni öyle yada böyle sevdiğiniz insanlardır.
Sevmediğiniz kişiler sizin gönlünüzü çizemez ve kanatamaz.
Anneniz, babanız, kardeşiniz bile ufak bir çizik atabilir bazen.

Ama en derin yaraları sadece sevdiğiniz açabilir.
Bilerek yada bilmeyerek.
Her ilişki bir savaştır ve illa ki ayrılıktan sonra izler bırakır.
Bazen kan revan içerisinde bulursunuz kendinizi ve hiç bir şeyi görecek, duyacak, hissedecek gücünüz kalmaz.
Geçmesi mümkün değildir ama iyileşmesi zaman alır en nihayetinde.
Bir daha kimse canımı bu kadar yakamaz, acıtamaz beni dersiniz.....
Ama bağışıklık yoktur bu acıya.
Gene yanar canınız.
Aradan yıllar geçer ve bir bakarsınız ki ruhunuz ve kalbiniz izlerle dolmuş.
Sahipleri yok, nedenleri yok ve bazen anlamları da yoktur yıllar sonra.


Şimdi bir düşünün...
Sizin izlerinizin sahipleri kim?
Ne zaman açıldı o yaralar?
Ve kimlerde sizden kalma izler var?

27 Nisan 2011 Çarşamba

Tunçtan Bir Anı...

Maçın sert ve çekişmeli geçeceği spor salonunun dışına taşan seslerden belliydi. Uzun zamandır bu kadar iddialı ve hırslı değildi hiç birisi... Evet.... O kupayı istiyorlardı. Soyunma odasında bir birleriyle sadece bakışarak konuştular. 13-14 yaşlarında olmalarına rağmen ruhlarına ve bedenlerine inanılmaz bir olgunluk ve soğukkanlılık hakimdi. O kasvetli atmosfer içerisinde bir ara aklında "Acaba O'da gelecek mi?" diye bir soru işareti belirdi ama sırası değildi bu düşüncelerin. Derin bir nefes aldı ve sessizliği "Haydi beyler" diye bağırarak yırttı. Bir anda kanları kaynamış, kasları gerilerek oturdukları yerden ellerini çırparak fırlamışlardı. Merdivenlerden savaşa hazır bir ordunun özel eğitimli ve O güne hazırlanmış bir takımı gibi indiler. Artık kalabalık bedenlerin ve çığlıkların doldurduğu salonun ortasındaydılar. Hemen gözü karşı potanın dibinde bulunan alt kattaki sıralara takıldı....

Evet oradaydı... Okuldan arkadaşları ile gelmişti ve inanılmaz gülümsemesiyle etrafa enerji yayıyordu. Birden kalp atışlarının daha da hızlandığını ve yüzünün yandığını hissetti... Aniden suratında patlayan top kulaklarında inanılmaz bir çınlamayla onu sahaya geri getirmişti... Sinirle etrafına bakınırken kıvırcık saçlı pivot pis pis sırıtarak göz kırptı.. "Dünyaya dön oğluuum dünyayaaaaa..."

Bir kaç turnike, 2'lik ve 3'lük derken ısınma bitmiş, maç başlamış ve hava atışında topu takımına kazandırmıştı. Karşı takımın potasına giderken gözü sürekli O'nu arıyor, büyük bir gayretle kendisini toplamaya çalışıyordu... İlk çeyrekte rebounda çıkarken aldığı omuz darbesi onu potanın arkasındaki parmaklıkların dibine uçurmuş ve göz göze gelip beraber kahkaha atmalarına neden olmuştu.

Sırf bunun için bile maçın sonuna kadar omuz darbesi alabilirdi... İlk yarı kafa kafaya bitmiş ancak ikinci yarı taraftarların ve takımın zafer çığlıklarıyla süslenmişti. Harika bir akşamdı.

Maç sonrasında arkadaşlarının ve O'nun oturduğu yere doğru gitmiş hep beraber kahkahalar atarak o anın tadını çıkarmışlardı. O dönem kızın bir sevgilisi olup olmadığını bilmiyordu ama çok yakın olduğu birisi vardı...Kıskanıyordu ama kendine o kadar güvenemiyordu.

Zaten "Hayatımda bir erkek olmasa seninle beraber olurdum" diyecek değildi ya... İnanılmaz güzel kokuyordu.

Gülüşü, dişleri ve o salınarak yürümesi yok muydu....Bir ara yan yana oturdular.

Gözlerini kızın teninden alamıyordu....Bu durumun tek bir tarifi olabilirdi..

Tutku...

Kalkma vakti gelmişti. Montunu alırken altında beyaz bir şey fark etti...Bu beyaz yün bir eldivendi...O'nun eldiveni...

Eve giderken yol boyu eldiveni suratından ayırmamış, kokusuyla adeta kendinden geçmişti.

Evde kimse yoktu.Hemen salona geçip müzik setini açtı.

Boat on the river favorisiydi. Ama bu sefer eli Scorpions'a uzandı ve Wind of Change'i açtı. Siyasi bir şarkı olmasına ve aşkla bir ilgisi olmamasına rağmen çok seviyordu o şarkıyı.

Yere uzandı, gözlerini kapattı ve sabun köpüğü gibi bir an mı yoksa Tunç gibi mi diye düşündü...Eldiveni koklayarak notaların ve ıslık seslerinin içinde kayboldu...

25 Nisan 2011 Pazartesi

Doğanıza Göre Yaşayın...

Öyle yada böyle aramızda belgesel izlememiş olan birisini bulmak pek mümkün değildir ve herkes bir şekilde bir belgeselin bir kısmını da olsa mutlaka izlemiştir.
Doğada vahşi hayvanlar tek öğünde kilolarca et yerler ama hiç birisinde obezite diye bir şey yoktur.
Yada erkeği ile kavga ettiği için sürüsünden ayrılan bir dişi aslan...
Kısacası binlerce yıldır hayvanlar aleminde işler yolundadır ( tabi doğal çevrelerinin insanlar tarafından yok edilmesi ve buna bağlı olarak da soylarının tükenmesi kısmı hariç).
Cinnet geçirip sürüsüne dalan bir koyun, metroseksüel bir pars veya entel bir hamsi hala yok çok şükür:)
Ancak biz insanlarda durum bir hayli farklı ve sürekli kötüye gidiyor.
Obezite dahil sağlık sorunları, sosyal ve psikolojik çöküntüler, çevresel felaketler vb...
Aslında bireysel olarak başlıyor her şey.
Yani önce bireyler psikolojik ve bedensel olarak hastalanıyor daha sonra da toplumlar.
Her ne kadar insanın doğasında pek çok dengesizlik ve uyumsuzluk olsa da yine de sanırım varoluşumuzun en kritik zamanlarını yaşıyoruz.
Erkeklerin ve kadınların şirazesi kaydı resmen.
Mesela obezite...
İnsanda obezitenin bir numaralı nedeni olan "insülin direnci" gibi bir rahatsızlığın bundan yüz yıl önce olduğu pek düşünülmüyor, neden?
Çünkü o zaman nişastalı ürünler ve işlenmiş karbonhidratlar bu kadar yaygın değildi.
Ne biliyim orta çağda "fast food" kültürü yada "bilmem ne fırın" gibi kurabiye ve hamur tatlıları üreten yerler yok.
İskandinavlar yüzlerce yıl boyunca yumurta ve balık yiyerek kahvaltı yapmış.
Bizlerin kahvaltı alışkanlığı ise peynir, domates, zeytin, yumurta ve çay.
Yani her ikisi de inanılmaz sağlıklı çünkü zaten kahvaltının kendisi sağlıklı.
Ama biz artık "Neandertal" İnsanı değiliz ya bakmıyoruz böyle şeylerin yüzüne ( Bkz: üzerine oturulan organın kalkması...Umarım erekte olabilen başka bir organın üzerine oturmuyorsunuzdur:)
Kahvaltı yok, akşama kadar her şey atıştırmalık ( ilişkiler bile) ve akşam on yüz bin milyon kalorili yemek ve tatlılar midede ve sonra da göbekte:)
Ne diyor doktorlar, fast food ve basit karbonhidrat kaynaklarından uzak durun ve hareket edin.
Daha önce bu kadar stres, hareketsizlik ve karbonhidrat yüklü bir yaşam tarzı olmamış insanın ve şimdi doğası gereği " doğasına ters" düştüğü için bu kusursuz makine bozuluyor.
Sonra psikolojisi de bedeniyle beraber çöp oluyor.
Her yer "Yaşam Koçu" adlı amcalarla ve teyzelerle dolu.
Psikologlar iş adamları kadar para kazanıyor niye çünkü alayımız ruh sağlığımızı yitiriyoruz.
Anneler, babalar ve hatta çocuklar bile cinnetin eşiğinde.
Küresel cinnet, Wes Craven filmi gibi...
Bir de "Fast Food" gibi "Fast Relations veya One Night stand" yani hızlı tüketim ilişkiler var.
Artık kimse sorumluluk almak istemiyor ve herkese bir beden partneri yetiyor ( FB: F*ck Buddy).
Kadınlar ekonomik olarak daha özgür ya, erkeği sallamıyor.
E, erkek de bildiğin erkek zaten:)
Baba olma dürtüsü zorlasa da polygami hissiyatı ağır basıyor.
Baksanıza, ortalık evlendikten kısa bir süre sonra mahkemeye boşanmaya başvuran çiftlerle dolu.
E, noluyor da boşanmalar ayyuka çıktı ki?
"Cevap: bakınız yukarıdaki satırlar...."
Geçenlerde bir dostum bana " ben de çapkın olmak istiyorum" dedi:)
Olm dedim sen aşk adamısın ne işin var çapkınlıkla?
Yok dedi, istiyorum.
Ama biliyorum ki bu durum doğasına ters yani bizim ki çapkın mapkın olamaz.
Nitekim ilk günü birlik ilişkisine aşık oldu:)
Sonuç olarak günümüz insanı olarak;
Daha tembeliz, daha az yaratıcıyız, daha çok yemek yiyoruz, daha çok tüketiyoruz ( ki bu kapitalizmin ve onun altın çocuğu reklamların bize pompaladığı tüketim toplumu olgusunun eseri), daha az hareket ediyoruz, daha hastayız, daha çıt kırıldımız, daha dengesiziz ve daha inançsızız...
Kısacası daha anormal ve hastayız.
Hem bedenen hem de ruhen.
Sosyolog ve politikacıların çok bahsettiği "Feodal" yaşam kesinlikle bunlardan çok uzaktı.
Yalnız insan diye bir kavram sanırım milyonlarca yıllık insanın varoluşunda sadece 21. yüzyıl gerçeği ve tabi diğer anormallikler de.
Yalnız olmadığını iddia edenler Facebook ve Twitter insanları sadece:)
Hepimiz ekranlarımız veya iphonelarımız başında yaşıyoruz.
Al sana "Tweet" ver bana "Poke", nasıl ama?
Peki tedavi ne?
Tedavi kişiye göre değişse de en doğrusu doğamıza uygun yaşamak sanırım.
Tabi diyeceksiniz ki insanın harika bir adaptasyon sistemi var.
Yok canım, o kadar değil işte bak herkes hasta.
Neyzen Teyfik'e sormuşlar;
Ey Neyzen, nedir uzun ve sağlıklı yaşamın sırrı? ( cevap süper ama Sordukları adama bak:))
El cevap:
"Ayağını sıcak tut, başını serin, kendine bir iş bul düşünme derin..."
Nasıl ama....




22 Nisan 2011 Cuma

Çok Kişiliklilik...

Multiple Personality Disorder:
Kişiliğin bütünlüğünün, benlik işlevlerinin ve buna bağlı bilişsel, algısal süreçlerin, iki, bazen de daha fazla sayıda farklı, birbirinden bağımsız (ve çoğu kez) alt kişiliklerin ortaya çıkmasıyla sonuçlanan bir bölünmeyle/ parçalanmayla tanımlanan çözülmeli bir rahatsızlık. Popüler medyanın en çok işlediği ama gerçekte psikiyatri literatüründe son derece ender görülen bu rahatsızlığın, özellikle çocuklukta yaşanan ağır, travmatik istismarlar sonucunda ortaya çıktığı düşünülmektedir. Bir yaklaşıma göre bu kişilikler, tıpkı Louis Stevenson'un Dr. Jekyll ve Mr. Hyde tiplemesinde abartılı bir şekilde tanımlandığı gibi, birbirini tamamlayan, bütünleyen kişiliklerdir ve her birisinin farklı bir konuşma, yürüme, giyinme, vb. tarzı vardır. Örneğin birincisi (dışarıdan gözleneni, ağır basanı) sönük, ketum, kendi halinde iken, diğeri dürtüsel, konuşkan, girişken, vb. olabilmektedir (*).


Neden yazıyorum bunları?
Hastalık boyutunda olmamakla birlikte sanırım herkes bir ikinci hatta üçüncü kişiliği bünyesinde barındırıyor.
Gerçekten, bir bakın kendinize ve son bir ayda kaç farklı kişilik yansıttınız veya sergilediniz düşünün...
Kendi adıma şunları söyleyebilirim ki gündüzleri ve geceleri farklı iki insan olup çıkıyorum.
Bir duygusallıktır çöküyor geceleri ama gündüzleri de bir o kadar mesafeliyim duygusallığa.
Karar alma aşamasında hangi saati seçmek daha doğru olur diye bile düşünmeye başladım.
Yapım gereği mantığıma uymayan şeylerden uzak dururum. Yani sadece duygular eğer mantığım da onay vermezse beni bir yere çekemez. Bu yüzden geceleri karar almamam lazım sanırım ( yada öyle mi?)...
Yani en büyük kararlar kalp ile alınır derler yani büyük ve önemli kararlarımı geceleri duygusal iken mi almalıyım?
Hmm, bilemedim şimdi...
Olayına göre değişir diyelim.
Bakın, iki dakikada kendimle önce tartışıp sonra bir anlaşmaya vardım bile. Acaba biraz daha zorlasam batak için 4.yü çıkartabilir miyim:)
E, siz de durumlar nasıl, yani siz kaç kişisiniz?

18 Nisan 2011 Pazartesi

Hayaller ve Gerçekler...


BMW M3....
420 beygir, beyaz renkli ve camları filmli...
En sevdiğim ve almayı HAYAL ettiğim arabadır kendileri.

Geçen gün yolda bunu düşünürken yanımdan aheste aheste ve nispet yaparcasına geçiverdi bir tanesi...
92 beygirlik arabamla yarışmaya kalkmadım tabi, sadece onu izleyip motor sesinin dinlemeye ve keyif almaya çalıştım.
Sonra sahibinin yerinde olmayı ve o direksiyonu tutmayı hayal ettim...
Ve felsefe böcüsü yine ısırdı...
"Aslında hepimiz başkalarının hayalini kurduğu şeylere sahibiz" diye düşündüm.
Fiziğim şöyle olsa dersin ve bir süre sonra yanından o fiziğe sahip insanlar geçer.
İşim, evim, saatim, sevgilim vs vs kısacası hayallerim dediğin şeyleri düşünürken onlara veya benzerlerine sahip insanları görürsün etrafında...
Peki senin hayallerin, ona sahip olan insanların da mı hayalidir yoksa o mülkiyet çok mu spontane gelişmiştir?
Bunu henüz bilmiyorum.
Ama biliyorum ki birileri senin hayallerine sahip...
Belki sen de başkalarınınkine...
İlla maddi olmak zorunda değil bu hayaller, yani para, ev, araba vs.
Manevi olarak da büyük boşluk içinde olan bir toplum olduğumuz için manevi hayalleri de buna dahil edebiliriz...
Huzur, iç bütünlük, kendine güven, kendine saygı vs...
Aslıda hayallerin bir kısmı gerçekten çalışırsak yapabileceğimiz şeyler...
E bazıları da bu dünyada pek mümkün görünmüyor - tabi diğer tarafta o imkanlar var mı bilemem...
*************************************************************************************
Birden aklıma Yüzüklerin Efendisi filminden Aragorn'un bir repliği geliyor;

Aragorn : Become who you were born to be...
Yani, olmak için doğduğun kişi ol diyor amca.
Höh be, sözün mükemmelliğine bakar mısınız?
İşte gerçek mutluluk bu olsa gerek, yani sen hayal dünyasında Polyannacılık oynarken eloğlu hayaline sımsıkı asılıyor ve onu gerçekleştiriyor.

Bir diğer replik de bir reklamdan;
"Bugün etrafınızda gördükleriniz, dün birilerinin hayaliydi..."
Peki, sizin hayalleriniz neler?
Ve onları gerçekleştirmek için ne yapıyorsunuz - tuvalette sigara içip onları düşünmekten başka yani?

PS: Resimde Kanji dilinde "Truth" yani "Gerçek" yazıyor.

14 Nisan 2011 Perşembe

"İlk Buluşma"lar....

"Bir kitabın ne anlattığını anlamak için sadece önsözü okumak yetseydi, kimse sadece o önsözleri okumak varken yüzlerce sayfadan oluşan kitapları satın almazdı"
Yani sanırım...
O nedenle ilk buluşmada oturup bütün bir hayatın özetini yapmak çok da doğru değil.
Dilin kemiği yok ve eğer biraz da geveze biriyseniz başlıyorsunuz anlatmaya....
Bir saatin sonunda;
Eğer "Benim burada ne işim var" duygusuna kapılmıyorsanız ve tebessümler yayılıyorsa yüze her şey yolunda demektir.
Ama bazen de tam tersi olur ve " Benim burada ne işim var" deyiverirsiniz.
İlk buluşmalar...
Öyle yada böyle iki kişinin bir araya gelmesi.
Sonra konuşmalar başlar ve kendini kendi cümlelerinle anlatmaya çalışırsın. Aslında bu bir önsözdür. Asıl kitap okunmaya başlanmamıştır bile. Herkesin bir hikayesi var derken sanırım kast ettikleri tam olarak bu olmasa da ben herkesin sayfalar dolusu bir hikayesi olduğuna gerçekten inanıyorum.
Ve sadece bir önsözün bu kitabı anlatamayacağını da .... Hatta özetleyemeyeceğini de.
Bazen karşınızdakinin sizin söylediklerinizi anladığınızı düşünene kadar vurguluyorsunuz bir şeyleri... Ama diğer taraf kafasına matkapla delik açılmış gibi şoka giriyor...
Ya, aslında ben diyorum ki bu da kader.. Yani bir şey olacaksa olur, olmayacaksa olmaz ama diğer taraftan kendime sadece kader deyip kestirip atmayı da yakıştıramıyorum.
Yine tevekkül sözcüğü uçuşuyor insanın aklında..
Olacaksa olur olmayacaksa olmaz ama bir gayret.
Konumuza dönelim...
Eğer ileri asosyal yada eşcinsel değilseniz illa ki karşı cinsle bir ilk buluşma hadisesi yaşamışsınızdır. Önce selamlaşma, sonra spontan hayat sözcükleri ve e anlat bakalımlar.
İş, güç, hayat derken ortaya kısacık ve karışık bir önsöz yapıverirsiniz. Peki bu siz misiniz?
Belki de ortaya kısacık bir önsöz yapmak doğru değil?
Neden mi?
Bırakın o tanısın sizi - eğer bunu isterse- yok eğer istemezse o kadar laf kalabalığına girmemiş olursunuz.
Hem ne demişler "Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz" ama lafsız da olmuyor.
Aklıma bunları yazarken resimde afişi bulunan 50 ilk buluşma filmi geldi.
Hani Drew Berrymore'un geçirdiği kazaya bağlı olarak hafızasının sadece 1 günlük olması ve Adam Sandler'in bunu öğrendikten sonra her gün O'nu kendine aşık etme çabası...
Düşünün, hayatınızın her günü ilk buluşma oluveriyor....
İnanın, çok güzel şeyler yaşama ihtimaliniz olan bir insanla bile 10 kere ilk buluşma yaşasanız en az 2 yada 3 ünde yine kaybedersiniz. O yüzden ilk buluşmalara sadece kısa bir merhaba gözüyle bakmak ve konuyu çok uzatmamak lazım...

13 Nisan 2011 Çarşamba

Zekama Yakışmayan Salaklıklarım...



Güzel söz.. Çok sevdim..
Bu sözlerin sahibi maalesef ben değilim. Murathan MUNGAN.
Ancak şair ruhlu bir insan yaptığı ve sonradan kedisine yakıştıramadığı salaklıkları bu kadar kısa ve net bir şekilde anlatabilirdi.
Akımdan kendi salaklıklarım geçti birden bire.
Sanırım benim de çok var.
Tevazu sahibi olmayı bir kanara bırakırsak bazen ukala olduğum bile söylenebilir.
Ama gel gör ki benim salaklıklarım da bir o kadar mütevazi yani sıradan ve sinir bozucu.
Açtım ya düşünce kapısını bir kere, şimdi nerede kuytuda kalmış salaklık var fışkırıyor yüzüme.sabah sabah güleyim mi ağlayayım mı bilemedim...
Ve bu sabah çok sesli düşündüm galiba...
Salaklıklarımdan rahatsız olmuş, olan ve olacak herkesten şimdiden özür diliyorum...
İnanın istemeden yapıyorum....

16 Mart 2011 Çarşamba

Tsunami



Tsunami
(okunuşu: "Sunami". Japonca'da liman dalgası anlamına gelen 津波 (つなみ) sözcüğünden) okyanus ya da denizlerin tabanında oluşan deprem, volkan patlaması ve bunlara bağlı taban çökmesi, zemin kaymaları gibi tektonik olaylar sonucu denize geçen enerji nedeniyle oluşan uzun periyotlu deniz dalgasını temsil eder (Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Tsunami )
Japonya'da deprem sonrası felaketin asıl sebebi de buydu. İnsanlar acaba Türkiye'de Tsunami olur mu diye konuşuyorlar ama asıl konuşmaları gerek
en hatta konuşmayıp önlem alın
ması gereken konu ise Tsunami değil depremin bizatihi kendisidir.
Düşünsenize, Allah korusun İstanbul'da 9.6 büyüklüğünde bir deprem oluyor. Evet, aynı şeyleri düşünüyoruz. 14 Milyon İstanbul'un yarısından fazlası bu depremde yok olur. Hal böyleyken ve depreme karşı adam akıllı hiç bir hazırlığımız yokken kalkıp Tsunami hakkında konuşmak ise sadece ironiden ibaret. Diğer taraftan bu felaketlerin asıl kaynağınında hep biz insanlar olduğunu düşünmüşümdür. Tabi yüzlerce yıl önce de bu doğa olayları vardı ve milattan önce biz henüz floro-kloro karbonlarla ozonu delememiş ve yağmur ormanlarını mahvetmeye başlamamıştık o ayrı. Bir tarafta 10 saniye akıl versen insanı ve yarattığı abuk düzeni mahvedecek olan bir doğa, diğer taraftan da Aşık Veysel'in "Benim Sadık Yarim Kara Topraktır" türküsünün dizeleri.
Sonuç, insan olarak her şeyi o kadar hızlı yıpratıyoruz ki bunun sonu sanırım kıyamet olacak...

8 Mart 2011 Salı

Kıskanmak...


Burada bahsettiğim başkalarını değil, sevdiğinizi kıskanmak. Yani eşinizi veya sevgilinizi kıskanmak...
Peki ama neden?
Aslında nedeni hormonal.
Aşkı cinselliğe indirgemedim hiç bir zaman ancak cinselliğin de ilişkilerin olmazsa olmazı olduğu konusunda sanırım hem fikiriz.
Öyle ya, sevdiğimiz kişiyle paylaşıp başka kimseyle paylaşamadığımız tek şeydir cinsellik.
Peki ya sevdiğiniz bu cinselliği başkasıyla paylaşırsa?
Sanırım bunun için cinayetler işlendiğini hatırlatmama gerek yok. O derece tehlikeli bir haldir bu. Hatta sizin bildiğiniz kuytuların başkalarına açıldığını bilmek sizi hepten deli eder.
Bir başkası sizin sevgilinize dokunamaz, öpemez ve sevişemez. Bunu tartışılabilir bir tarafı yok.
Tabi burada normal insanlardan bahsediyorum, yani sevgilisiyle veya eşiyle grup seks partilerine katılıp bundan zevk alabilen mahlukatlar tamamen konumuz dışında.
Bir erkek olarak şunu söyleyebilirim ki, sahiplenmek ve kıskanmak ilişkinin doğasında vardır ve "biz medeni insanlarız, kıskanmak da neymiş" lafları hep geyik gelir bana.
Eğer medeniyet buysa benim daha çok yolum var hatta yanlış istikamete gidiyorum demektir.
Başka bir erkeğin sevgiliyi süzmesi, gözlerini kilitleyip bakması ve aklında bir yerlerde hayal dünyasına meze yapması gayreti her zaman iki erkekten birinin biraz örselenmesine, eskimesine, yamulmasına hatta ezilmesine yol açar ki bu gayet normaldir bence. Bu arada "sen ne kaba insansın" diye eğer sevgiliniz de size bağırmaya başlarsa bilin ki yanlış kişiyle ilişki yaşıyorsunuz. Tabi bu arada aşırı kıskanç olup sudan sebeplerle kavga çıkarmıyorsanız.
Sonuç; Seven kıskanır, sahiplenir ve paylaşamaz. Hormonlar bunun altında yatan en büyük nedendir. Tıpkı oksitosinin anneliği güçlendirmesi, östrojenin kemik iliğini deprese ederek vücudun spermi yabancı protein olarak görmesinin engellenmesi ve testosteronun hayatın devamı için gerekli olması gibi.
Bu arada, eski sevgili de kıskanılır mı?
Cevap gayet basit...

3 Mart 2011 Perşembe

Aşk mümkün müdür hala?

Bir süredir Levent Yüksel'in "Aşk mümkün müdür hala" şarkısını dinliyorum. İnanılmaz tatlı bir şarkı. Ama sözlerinin içinde aklımdan geçenlerin de olması ayrı bir tat katıyor şarkıya.
Diğer taraftan 30'lu yaşlarını geçmeye başlamış birisi olarak Aşk'ın ne derece mümkün olduğunu da sorgulamaya başlıyorum. En azından kendim için.
Sanırım en son üniversiteydi aşkı bulma ihtimalimizin en yüksek olduğu yer. Sonrası malum, iş hayatı ve koşuşturmaca derken bu aşk nerede karşımıza çıkabilirdi ki? Starbucks'ta mı? Ya da D&R'da mı? Spor salonunda yada alışveriş merkezlerinde mi?
Aslına bakarsanız aşk sizi bulacaksa, dağa kamp yapmaya gitseniz de bulur. Ama eğer bir küskünlük varsa aranızda veya vakti gelmemişse, ortalarda elinizde pankartla gezseniz de boş.
Şimdilerde aklımdan bir de nasıl bir aşk sorusu geçmeye başladı iyi mi?
Sanki sipariş hattı var ya aşkın...
Eskiden bir bakışa, bir gülüşe çarpan kalp - ki gene çarpabiliyor- bu sefer başka şeyler de istiyor.
Ey Allah'ım diyorsun kendi kendine, buldum bunuyorum.
Tabi ya, eskiden aklında kriterlerin yok, sadece hoşlanmak yeterliydi. Ama şimdi, eğitimi, ailesi, inciği boncuğu derken ayazda portakal ağacı gibi kalıveriyorsun.
Ve kendine soruyorsun " Aşk mümkün müdür hala?"...


2 Mart 2011 Çarşamba

Bir Sinir Hali....



Hayat adına savunduğum ne kadar değer varsa, bazen birileri çıkıp ediveriyor içine.
E haliyle sinir oluyorum o zaman.
Karşımdakini anlamaya çalışayım derken bir bakıyorum bana afaganlar basmış.
Yeter len diyorum o zaman ve diyorum ki;
Tohumunuza para mı saydım?
Güzel laf değil mi:)
Sonuç;
Kabullenirseniz ekime kadar, kabullenmezseniz ..... şubata :)

Töre Cinayetleri...

Türkiye gibi bir coğrafyada uzun zamandır hepimizin bildiği ve duyduğu bir kavram mevcut. Töre.. yani;
TDK ( Türk Dil Kurumu) büyük sözlüğüne göre;
a. 1. Bir toplulukta benimsenmiş, yerleşmiş davranış ve yaşama biçimlerinin, kuralların, görenek ve geleneklerin, ortaklaşa alışkanlıkların, tutulan yolların bütünü, âdet
2. Bir toplumdaki ahlaki davranış biçimleri, adap.
Peki köklü ve güzelliklerle dolu olan tarihimiz ve kültürümüzde "Töre" deyince aklımıza ne geliyor?
Tabi ki "Töre Cinayetleri..."
Açık söylemek gerekirse bu olgunun Türk kültürüne ve tarihine değil de başka birilerinin tarih ve kültürüne ait olduğunu düşünmüşümdür hep. Bu düşüncemin nedeni ise gayet açık. Töre cinayetlerini işleyenlere bir bakın bakalım kimler...
Diğer taraftan bir erkek olarak, özellikle de kız kardeşi olan bir erkek olarak şunu çok net bir şekilde söyleyebilirim.
Anneden sonra bir erkek için en kutsal kadın kız kardeştir. Henüz sahip olmadığım için bilemiyorum ama bir diğeri de sanırım kız evlat olsa gerek. Kız kardeş eğer sizden büyük ise anne yarısı oluverir ve eğer küçükse de bir ağabeyin en çok koruyup kollaması gereken karındaşı.
Hal böyleyken, nasıl oluyor da sevdiği erkeğe kaçtı diye bir kız kardeş, aile meclisi tarafından (!) ölüm cezasına çarptırılabiliyor ve nasıl oluyor da öz ağabey tarafından infaz edilebiliyor.
Daha bugün radyoda duydum;
"Kız kardeşinin boynunu kestikten sonra 40 yerinden bıçaklayarak öldüren öz ağabey ...."
Bu nası bir vahşettir, bir ağabey daha doğrusu bir insan bunu nasıl yapabilir?
Neymiş sevdiği erkeğe kaçmış...
Ne oluyor böyle olunca; mahalle berberi, manav, bakkal, köy kahvesinin yaşlıları, köyün diğer ileri gelenleri kısaca bacaklarının arasında 250 gr fazladan et parçası bulunan ve bu yüzden kendisine erkek diyen bir topluluk, kızın ailesine lafları ve bakışlarıyla namus dersi vermeye çalışacağı ve bu nedenle kızın ailesinin yüzü yere düşeceği için bu pisliğin (!) temizlenmesi gerekiyor.
Hadi bu amcalar böyle düşünüyorlar da aileye ne oluyor?
Yada bu iş için seçilmiş birleri var, onlar ölüm kararını veriyorlar ve namusun temizlenmesi için (!) bu işi aileden birisi yapmalı diyorlar....
Acaba o öldürülen kızlardan birisinin o ölüm kararı veren amcalardan birisiyle yakınlaşması olsaydı, o amcaya da bir şey yaparlar mıydı? Pardon, namus sadece kadının bacaklarının arasında olan bir şeydi değil mi? Yani, namus = vajina mı oluyor böyle olunca?
Ve bir ağabey, düşmanına yapmayacağı bir şekilde kız kardeşini boğazını kesip, 40 yerinde bıçaklayarak öldürebiliyor...
Merak ediyorum, küçükken aynı yatakta yatıp hiç mi gülüşerek sohbet etmediler, yada ağabeyin bir yeri kanayınca kız kardeşi elinde pamukla, kendi canı yanmışcasına hiç mi koşturmadı?
o ağabeyin eli o bıçağa ve kız kardeşinin bedenine ölüm amacıyla nasıl gitti?
Ve şimdi o meclis gönül rahatlığıyla karalarıyla gurur duyuyor öyle mi?
Bunlar nerede yaşıyorlardı?



1 Mart 2011 Salı

Yaşamak Üzerine...

Bu sabah biraz üşüyerek kalktım sıcacık yatağımdan. Bir kaç gündür küçük bir soğuk algınlığıyla uğraşıyorum. Sevgili bir dostumun cumartesi gecesi içtiği sigaralar da tuz biber oldu ama olsun O geceye değerdi...
Uzun süredir yaptığımın aksine bu sefer kahvaltı ile uğraşmadım ve bir protein kokteyili atarak çıktım evden.
İçimde tuhaf bir huzur vardı...
Bahar yaklaşıyor ve takvimler 1 Mart'ı gösteriyordu. Birden aklıma yapmak istediklerim geldi. Hayallerim, dileklerim ve yaşamak üzerine kafa yorduğum şeyler...
Belki de herkes hayatının bir döneminde kendisi için bir yapılacaklar listesi hazırlamalı ve o listeyi gerçeğe dönüştürmek için çaba sarf etmeli.
Karma felsefesi ve quantum düşünce ile ilgili daha önce burada bir yazı yazmıştım. Blog arşivinden isterseniz o yazıyı bir kez daha okuyabilirsiniz.
Hala cüzdanımın bir köşesinde üniversite yıllarından kalma bir küçük not parçası bulunur.
Üzerinde, Veteriner hekim, MBA, Advanced English ve Product Manager yazıyor o kağıt parçasının. Yani ta o yıllarda kendime koyduğum hedefleri yazıya dökmüş ve öyle yada böyle saklamışım.
Bugün, MBA yapmış, iyi düzeyde İngilizce bilen ürün müdürü bir veteriner hekimim...
Bugün başka hedefler yazacağım ve saklayacağım. Çünkü hayattan beklentilerimiz, biz büyürken daha doğrusu yaşlanırken değişiyor, tıpkı bizler gibi.
Bu sefer daha çok aşk yazacağım, daha çok huzur ve şükür, tatlı bir kız çocuğu ve baba olmak yazacağım, daha çok sağlık ve mutluluk...
Maddi kaygılarımın hayat sevincimin önüne geçmesine izin vermeyeceğim, dünün pişmanlıklarının ve yarının beklentilerinin de bugünü mahvetmesine.
Bencil olmadan önce BEN'i sevecek ve her zaman yaradana şükr edeceğim. Gökyüzünün mavisini daha çok izleyeceğim yada boğazının bu aralar yeşil olan rengini. Sokak köpeklerini daha fazla mıncıklayacağım. Baharla açacak çiçeklerin fotoğraflarını çekeceğim mesela.
Tedirgin fok bakışlı sıpa yeğenimle daha çok vakit geçireceğim bir dayı olarak:)
Daha çok istiklal caddesine gideceğim, baharla birlikte yine bir Çanakkale yapacağım.
Daha çok hayal kuracağım...
Hadi, siz de bir kıpraşın ve kendinize gelin, atın şu kasvetli ruh halini üzerinizden.
Bahar geliyor ve yaşamak üzerine daha çok kafa yormak lazım şimdi...

28 Şubat 2011 Pazartesi

Çakışan Yollar...


Gece uyanıp uykulu bir şekilde mutfağa giderken karşılaştı O'nunla...
1 saat kadar önce uzun uzun öpüşmüşlerdi ayak üstü ama alkolün bu etkisiyle olmuştu şüphesiz.
Yoksa kızın içinde aşk acısı varken ve daha önce yaşadığı ve yaşattıkları hiç güven vermezken zordu bir şeyler olması.
E zaten ayık iken defalarca söylemişti bunu ve çocuğun da böyle bir beklentisi olmamıştı hiç.
"Uyumadın mı sen hala?"dedi çocuk.
"Hayır" dedi kız ve yine yaklaştı karanlığın içinden süzülerek.
Sarılıp öpüverdi yine dudaklarından.
"Benimle uyumak ister misin bu gece?"
Çok güzeldi kız, tehlikeli ama çok güzel...
"Neden olmasın.." deyiverdi çocuk.
İçinde hem bir heyecan hem de bir çekince vardı.
....
Önce sarılarak uzandılar yatağa.
" Çok güzel kokuyorsun" dedi kız fısıldayarak...
"Sen de" diye karşılık verdi çocuk.
Kızın teni ipek gibiydi ve akşam giyindiği kotun yerini ipek bir gecelik almıştı.
Kız yüzünü çocuğun boyuna dayamış derin derin nefeslerle tekrar tekrar kokluyordu çocuğu.
Çocuk ise elini kızın sırtında gezdiriyor ve heyecanı katlanarak artıyordu.
.....
Ve gecenin ilerleyen saatlerinde sarılarak uyudular..
Çocuk ara ara uyanıyor ve gerçekliği kontrol ediyordu ama hissediyordu yani yarın başka bir gün olacaktı..
Sabaha karşı bir ara kız arkasını dönüp tekrar çocuğa sarıldı ve " beni sevme, benimle sadece eğlen" dedi.
Sonra dün gece sevişmeden önceki sözler uçuştu çocuğun beyninde.
Yeni bir aşkı kaybetmiş olmasına rağmen, kız sanki çocuğu kabullenmiş gibiydi.
Hatta sözleri ve hareketleri de bunu gösteriyordu.
Ama çok içkiliydi ve çocuk bunun geçici olduğunu biliyordu.
......
Sonra tekrar karardı ortalık...
Çocuk gözünü açtığında kız duşa girmişti.
Sonra dün geceyi düşündü ve bekledi..
Kız geldi ve saçlarını kurutup yatağa uzandı.
Bilgisayarını açıp bir şeylere baktı.
Çocuk " Ben de duşa giriyorum" dedi ve uzanıp tam öpecekken kız " Yapma " dedi.
....
Çocuk bir kırgınlık bekledi içinde.
Tahmin etmişti böyle olacağını.
Ama...
Bir saniye, bir şey hissetmedi...
Ve hızlı bir şekilde duşa girdi.
Hala içini yokluyordu, reddedilişin verdiği bir ufak sızı olmalıydı bir yerlerde...
Yoktu..
Tuhaftı...
Sonra duştan çıktı.
Üstünü değişti ve kahvaltı yapıp birbirlerinin telefonlarını bile almadan ayrıldılar.
Yıllar önce çakışan hayatları tekrar bir geceliğine de olsa onları yan yana getirmişti.
Çocuk da zamanında çok şey yaşamış ve tüketmişti.
Çok kalp kırmış ve hepsini ödemişti birer birer.
İçindeki sahipsiz ve büyük aşkın sahibini ararken artık çok dikkatliydi ama bu kızı hep beğenmişti.
İçindeki şüpheleri düşündü...
Tüm tatlılığına ve güzelliğine rağmen kız tam bir tehlikeydi.
O'na dokunmak bile yanmaya yeterliydi ve çocuk dün O'na dokunmuştu...
....
Dün gece anlattığı kadarıyla kız yakın bir zamanda aşık olmuş ve kısa bir süre önce de beklenmedik bir şekilde hayatında ilk defa terk edilmişti.
Onca kırdığı kalbe karşı kızın kalbi ilk defa sızlamıştı.
Hiç tatmadığı ancak çok kişiye yaşattığı aşk acısını bu sefer kendisi çekiyordu.
Çocuk daha önce defalarca bu acıyı çektiği için nasıl bir rezil duygu olduğunu biliyor ve her şeye rağmen kız için üzülüyordu.
Sonra içinden kız için dua etti...
"Umarın hep iyi insanlarla karşılaşır...."
Sonra kendini düşündü ve gülümsedi.
Tevekkül ve "Ah Minel Aşk" dedi...
Her zaman yaptığı gibi, verdikleri ve vermedikleri için defalarca şükretti Tanrıya...