18 Mayıs 2020 Pazartesi

Elma...


Uyandığında sabah saat 6:10'du. Kendini inanılmaz sakin ve huzurlu hissederek kalktı yataktan. Güneş henüz doğmamış ama hava aydınlanmaya başlamıştı. Harika bir bahar sabahı diye düşündü. "Bugün kahveyi sahilde içeceğim" dedi. Temiz hava gibisi yoktu. Duşunu aldı ve evden çıktı. Daha yoldayken güneş doğmaya başlamış ve gökyüzünde kızıl mavi renk kuşakları oluşmuştu. Tanrı harika bir ressam diye düşündü. Tuali de evren. Boğazdan geçerken canım erguvanların o muhteşem renkleri ile boğaza kattığı sıcaklığa baktı. Görmesini bilenler için detaylarda mutlu olacak çok şey vardı. Kahvesini aldı ve Aşiyan'a indi. Ilık meltem yüzünü okşarken boğazın dalgaları sükûnetle boğazdaki gemilere eşlik ediyordu. Sahilde koşanlar, o saate balık tutanlar ve bir de meyve satan tatlı yaşlı bir amca vardı. Amcanın tezgahına baktı ve bir elma seçti kendine. Elmayı oldu olası çok severdi. İkiye böldü ve o an aklına eski bir Yunan miti geldi. Tanrılar insanları ilk yarattıklarında 2 başlı, 4 kol ve 4 bacaklı yaratmıştı. Daha sonra Tanrı Zeus yıldırımlarını göndererek her insanı bir çift olacak şekilde ayırmış ve dünyaya rast gele dağıtmıştı. Mite göre o gün bugündür her insan diğer çiftini arayıp duruyordu. Tebessüm etti ve elindeki yarım elmaya baktı. Elmanın aslında hikayesi insanlıkla yaşıttı. Öyle ya Adem ile Havva'nın cennetten kovulmasına da bir elma neden olmuştu. Yasak meyve aşk ile özdeşleşmiş ve tarihte pek çok insana da ilham vermişti. Ama şu var ki bir elmanın yarısını ancak diğer yarısı bütün edebilirdi. Aklına nedense birden Antalya geldi. Yine tebessüm etti. Kahvesinden bir yudum alarak gözlerini boğaza çevirdi. 
Peki ya nedir bütünleyen? Kimdir tam eden? Nedir aranan? diye düşündü. 
Neydi insanların bakıp da göremedikleri ve bu nedenle bütün olamadıkları. 
İnsanlar bakıyor ama pek çok detayı görmüyordu. Ne aradıklarını da bilmiyorlardı ki zaten. 
Sadece güzellik ya da güç takıntıları vardı. Bütün olmak çok farklıydı oysaki. 

Kendi yarısını ve onunla bir gün düşledi. 
Sabah keyifli bir kahvaltıdan sonra kahveler alınmış ve balkonda tatlı bir sohbet başlamıştı. 
Arkada şans eseri "The Blower's Daughter" çalmaya başlamıştı. En sevdikleri. 
Göz göze gelip tebessüm ettiler. Sonra sohbet koyulaştı. Biraz ülke sorunlarından biraz yeni aldıkları kitaplardan konuşurken kedilerini kucakların almış akşam izleyecekleri Galatasaray Beşiktaş derbisi öncesi tatlı bir iddiaya tutuşmuşlardı. Sonra dışarı çıkıp sahilde yürümeye başladılar. 
O çok güzeldi ve de çok özel. Varlığı okyanus gibiydi. Huzur ve bir o kadar da güç veren. Kokusu ise çocukluğu gibiydi. Sakinleştiriyordu. Yol boyu Simon de Behaviour'dan Ataol Behramoğluna, Charles Aznavour'dan elmaya kadar çok şey konuşmuş zaman zaman saçma sapan şeyler yüzünden kahkahalara boğulmuş kimi zaman da ayrı ayrı vitrinlere takılıp kalmışlardı. Kova diye düşündü. Hem özgür bağımsız hem de ilgili. Anaçtı. Bakımlı, zeki, ilgili, naif, çok güçlü ve çok yönlüydü. Hayrandı aslında ona. Öyle ya bir kova hayran olmalıydı. Yaptığı her şeyden zevk alıyor daha doğrusu zevk alacağı şeyleri yapıyordu. Yanında kendini çok şanlı hissetti ve birden durup kulağına " teşekkür ederim" dedi, varlığın için. Zira sen bir insanın başına gelebilecek en güzel şeysin.

Beraber hazırladıkları bir listeleri vardı. Yapacaklar listesi. Dans, spor, seyahat derken çok şey yazmışlardı. Bir birlerinin hayallerini gerçekleştirmekten zevk alıyor ve bir o kadar da bir birlerine özgürlük alanı veriyorlardı. Ama ne olursa olsun çok sohbet ediyorlardı. Konuşacak her zaman bir şeyler vardı. 
Buna rağmen bazen sessiz sedasız oturup anın keyfini çıkarabiliyorlardı. Bir birlerine küçük sürprizler yapıyor her zaman değerli oldukların bir birlerine hissettiriyorlardı. Dost, sevgili, arkadaş ve sırdaş olmuşlardı. Kim bilir belki bir gün eş, anne ve baba olurlardı. Neden olmasındı ki.

Sonra kendine geldi. elmaya baktı ve tekrar gülümsedi.
Kendi kendine " sen elmayı seviyorsun diye elma da seni sevmek zorunda değil ki" dedi ve düşün verdiği huzurla gülümseyerek sahildeki kalabalığa karıştı....