28 Nisan 2011 Perşembe

İzler...


Bedenlerimizdeki ve ruhlarımızdakiler.
Bazen ikisi de bir birine bağlı olarak oluşuyor.
Hani sevdiğiniz için kavga edersiniz ve yıllar sonra bile baktığınızda O'nu hatırlatacak bir yara oluşur bedeninizde.
Bazen de hiç ilgileri olmaz birbirleriyle.
Bedendekileri boşverin de ruhlardaki izler nasıl oluşurlar ki?
O izlerin nedeni öyle yada böyle sevdiğiniz insanlardır.
Sevmediğiniz kişiler sizin gönlünüzü çizemez ve kanatamaz.
Anneniz, babanız, kardeşiniz bile ufak bir çizik atabilir bazen.

Ama en derin yaraları sadece sevdiğiniz açabilir.
Bilerek yada bilmeyerek.
Her ilişki bir savaştır ve illa ki ayrılıktan sonra izler bırakır.
Bazen kan revan içerisinde bulursunuz kendinizi ve hiç bir şeyi görecek, duyacak, hissedecek gücünüz kalmaz.
Geçmesi mümkün değildir ama iyileşmesi zaman alır en nihayetinde.
Bir daha kimse canımı bu kadar yakamaz, acıtamaz beni dersiniz.....
Ama bağışıklık yoktur bu acıya.
Gene yanar canınız.
Aradan yıllar geçer ve bir bakarsınız ki ruhunuz ve kalbiniz izlerle dolmuş.
Sahipleri yok, nedenleri yok ve bazen anlamları da yoktur yıllar sonra.


Şimdi bir düşünün...
Sizin izlerinizin sahipleri kim?
Ne zaman açıldı o yaralar?
Ve kimlerde sizden kalma izler var?

27 Nisan 2011 Çarşamba

Tunçtan Bir Anı...

Maçın sert ve çekişmeli geçeceği spor salonunun dışına taşan seslerden belliydi. Uzun zamandır bu kadar iddialı ve hırslı değildi hiç birisi... Evet.... O kupayı istiyorlardı. Soyunma odasında bir birleriyle sadece bakışarak konuştular. 13-14 yaşlarında olmalarına rağmen ruhlarına ve bedenlerine inanılmaz bir olgunluk ve soğukkanlılık hakimdi. O kasvetli atmosfer içerisinde bir ara aklında "Acaba O'da gelecek mi?" diye bir soru işareti belirdi ama sırası değildi bu düşüncelerin. Derin bir nefes aldı ve sessizliği "Haydi beyler" diye bağırarak yırttı. Bir anda kanları kaynamış, kasları gerilerek oturdukları yerden ellerini çırparak fırlamışlardı. Merdivenlerden savaşa hazır bir ordunun özel eğitimli ve O güne hazırlanmış bir takımı gibi indiler. Artık kalabalık bedenlerin ve çığlıkların doldurduğu salonun ortasındaydılar. Hemen gözü karşı potanın dibinde bulunan alt kattaki sıralara takıldı....

Evet oradaydı... Okuldan arkadaşları ile gelmişti ve inanılmaz gülümsemesiyle etrafa enerji yayıyordu. Birden kalp atışlarının daha da hızlandığını ve yüzünün yandığını hissetti... Aniden suratında patlayan top kulaklarında inanılmaz bir çınlamayla onu sahaya geri getirmişti... Sinirle etrafına bakınırken kıvırcık saçlı pivot pis pis sırıtarak göz kırptı.. "Dünyaya dön oğluuum dünyayaaaaa..."

Bir kaç turnike, 2'lik ve 3'lük derken ısınma bitmiş, maç başlamış ve hava atışında topu takımına kazandırmıştı. Karşı takımın potasına giderken gözü sürekli O'nu arıyor, büyük bir gayretle kendisini toplamaya çalışıyordu... İlk çeyrekte rebounda çıkarken aldığı omuz darbesi onu potanın arkasındaki parmaklıkların dibine uçurmuş ve göz göze gelip beraber kahkaha atmalarına neden olmuştu.

Sırf bunun için bile maçın sonuna kadar omuz darbesi alabilirdi... İlk yarı kafa kafaya bitmiş ancak ikinci yarı taraftarların ve takımın zafer çığlıklarıyla süslenmişti. Harika bir akşamdı.

Maç sonrasında arkadaşlarının ve O'nun oturduğu yere doğru gitmiş hep beraber kahkahalar atarak o anın tadını çıkarmışlardı. O dönem kızın bir sevgilisi olup olmadığını bilmiyordu ama çok yakın olduğu birisi vardı...Kıskanıyordu ama kendine o kadar güvenemiyordu.

Zaten "Hayatımda bir erkek olmasa seninle beraber olurdum" diyecek değildi ya... İnanılmaz güzel kokuyordu.

Gülüşü, dişleri ve o salınarak yürümesi yok muydu....Bir ara yan yana oturdular.

Gözlerini kızın teninden alamıyordu....Bu durumun tek bir tarifi olabilirdi..

Tutku...

Kalkma vakti gelmişti. Montunu alırken altında beyaz bir şey fark etti...Bu beyaz yün bir eldivendi...O'nun eldiveni...

Eve giderken yol boyu eldiveni suratından ayırmamış, kokusuyla adeta kendinden geçmişti.

Evde kimse yoktu.Hemen salona geçip müzik setini açtı.

Boat on the river favorisiydi. Ama bu sefer eli Scorpions'a uzandı ve Wind of Change'i açtı. Siyasi bir şarkı olmasına ve aşkla bir ilgisi olmamasına rağmen çok seviyordu o şarkıyı.

Yere uzandı, gözlerini kapattı ve sabun köpüğü gibi bir an mı yoksa Tunç gibi mi diye düşündü...Eldiveni koklayarak notaların ve ıslık seslerinin içinde kayboldu...

25 Nisan 2011 Pazartesi

Doğanıza Göre Yaşayın...

Öyle yada böyle aramızda belgesel izlememiş olan birisini bulmak pek mümkün değildir ve herkes bir şekilde bir belgeselin bir kısmını da olsa mutlaka izlemiştir.
Doğada vahşi hayvanlar tek öğünde kilolarca et yerler ama hiç birisinde obezite diye bir şey yoktur.
Yada erkeği ile kavga ettiği için sürüsünden ayrılan bir dişi aslan...
Kısacası binlerce yıldır hayvanlar aleminde işler yolundadır ( tabi doğal çevrelerinin insanlar tarafından yok edilmesi ve buna bağlı olarak da soylarının tükenmesi kısmı hariç).
Cinnet geçirip sürüsüne dalan bir koyun, metroseksüel bir pars veya entel bir hamsi hala yok çok şükür:)
Ancak biz insanlarda durum bir hayli farklı ve sürekli kötüye gidiyor.
Obezite dahil sağlık sorunları, sosyal ve psikolojik çöküntüler, çevresel felaketler vb...
Aslında bireysel olarak başlıyor her şey.
Yani önce bireyler psikolojik ve bedensel olarak hastalanıyor daha sonra da toplumlar.
Her ne kadar insanın doğasında pek çok dengesizlik ve uyumsuzluk olsa da yine de sanırım varoluşumuzun en kritik zamanlarını yaşıyoruz.
Erkeklerin ve kadınların şirazesi kaydı resmen.
Mesela obezite...
İnsanda obezitenin bir numaralı nedeni olan "insülin direnci" gibi bir rahatsızlığın bundan yüz yıl önce olduğu pek düşünülmüyor, neden?
Çünkü o zaman nişastalı ürünler ve işlenmiş karbonhidratlar bu kadar yaygın değildi.
Ne biliyim orta çağda "fast food" kültürü yada "bilmem ne fırın" gibi kurabiye ve hamur tatlıları üreten yerler yok.
İskandinavlar yüzlerce yıl boyunca yumurta ve balık yiyerek kahvaltı yapmış.
Bizlerin kahvaltı alışkanlığı ise peynir, domates, zeytin, yumurta ve çay.
Yani her ikisi de inanılmaz sağlıklı çünkü zaten kahvaltının kendisi sağlıklı.
Ama biz artık "Neandertal" İnsanı değiliz ya bakmıyoruz böyle şeylerin yüzüne ( Bkz: üzerine oturulan organın kalkması...Umarım erekte olabilen başka bir organın üzerine oturmuyorsunuzdur:)
Kahvaltı yok, akşama kadar her şey atıştırmalık ( ilişkiler bile) ve akşam on yüz bin milyon kalorili yemek ve tatlılar midede ve sonra da göbekte:)
Ne diyor doktorlar, fast food ve basit karbonhidrat kaynaklarından uzak durun ve hareket edin.
Daha önce bu kadar stres, hareketsizlik ve karbonhidrat yüklü bir yaşam tarzı olmamış insanın ve şimdi doğası gereği " doğasına ters" düştüğü için bu kusursuz makine bozuluyor.
Sonra psikolojisi de bedeniyle beraber çöp oluyor.
Her yer "Yaşam Koçu" adlı amcalarla ve teyzelerle dolu.
Psikologlar iş adamları kadar para kazanıyor niye çünkü alayımız ruh sağlığımızı yitiriyoruz.
Anneler, babalar ve hatta çocuklar bile cinnetin eşiğinde.
Küresel cinnet, Wes Craven filmi gibi...
Bir de "Fast Food" gibi "Fast Relations veya One Night stand" yani hızlı tüketim ilişkiler var.
Artık kimse sorumluluk almak istemiyor ve herkese bir beden partneri yetiyor ( FB: F*ck Buddy).
Kadınlar ekonomik olarak daha özgür ya, erkeği sallamıyor.
E, erkek de bildiğin erkek zaten:)
Baba olma dürtüsü zorlasa da polygami hissiyatı ağır basıyor.
Baksanıza, ortalık evlendikten kısa bir süre sonra mahkemeye boşanmaya başvuran çiftlerle dolu.
E, noluyor da boşanmalar ayyuka çıktı ki?
"Cevap: bakınız yukarıdaki satırlar...."
Geçenlerde bir dostum bana " ben de çapkın olmak istiyorum" dedi:)
Olm dedim sen aşk adamısın ne işin var çapkınlıkla?
Yok dedi, istiyorum.
Ama biliyorum ki bu durum doğasına ters yani bizim ki çapkın mapkın olamaz.
Nitekim ilk günü birlik ilişkisine aşık oldu:)
Sonuç olarak günümüz insanı olarak;
Daha tembeliz, daha az yaratıcıyız, daha çok yemek yiyoruz, daha çok tüketiyoruz ( ki bu kapitalizmin ve onun altın çocuğu reklamların bize pompaladığı tüketim toplumu olgusunun eseri), daha az hareket ediyoruz, daha hastayız, daha çıt kırıldımız, daha dengesiziz ve daha inançsızız...
Kısacası daha anormal ve hastayız.
Hem bedenen hem de ruhen.
Sosyolog ve politikacıların çok bahsettiği "Feodal" yaşam kesinlikle bunlardan çok uzaktı.
Yalnız insan diye bir kavram sanırım milyonlarca yıllık insanın varoluşunda sadece 21. yüzyıl gerçeği ve tabi diğer anormallikler de.
Yalnız olmadığını iddia edenler Facebook ve Twitter insanları sadece:)
Hepimiz ekranlarımız veya iphonelarımız başında yaşıyoruz.
Al sana "Tweet" ver bana "Poke", nasıl ama?
Peki tedavi ne?
Tedavi kişiye göre değişse de en doğrusu doğamıza uygun yaşamak sanırım.
Tabi diyeceksiniz ki insanın harika bir adaptasyon sistemi var.
Yok canım, o kadar değil işte bak herkes hasta.
Neyzen Teyfik'e sormuşlar;
Ey Neyzen, nedir uzun ve sağlıklı yaşamın sırrı? ( cevap süper ama Sordukları adama bak:))
El cevap:
"Ayağını sıcak tut, başını serin, kendine bir iş bul düşünme derin..."
Nasıl ama....




22 Nisan 2011 Cuma

Çok Kişiliklilik...

Multiple Personality Disorder:
Kişiliğin bütünlüğünün, benlik işlevlerinin ve buna bağlı bilişsel, algısal süreçlerin, iki, bazen de daha fazla sayıda farklı, birbirinden bağımsız (ve çoğu kez) alt kişiliklerin ortaya çıkmasıyla sonuçlanan bir bölünmeyle/ parçalanmayla tanımlanan çözülmeli bir rahatsızlık. Popüler medyanın en çok işlediği ama gerçekte psikiyatri literatüründe son derece ender görülen bu rahatsızlığın, özellikle çocuklukta yaşanan ağır, travmatik istismarlar sonucunda ortaya çıktığı düşünülmektedir. Bir yaklaşıma göre bu kişilikler, tıpkı Louis Stevenson'un Dr. Jekyll ve Mr. Hyde tiplemesinde abartılı bir şekilde tanımlandığı gibi, birbirini tamamlayan, bütünleyen kişiliklerdir ve her birisinin farklı bir konuşma, yürüme, giyinme, vb. tarzı vardır. Örneğin birincisi (dışarıdan gözleneni, ağır basanı) sönük, ketum, kendi halinde iken, diğeri dürtüsel, konuşkan, girişken, vb. olabilmektedir (*).


Neden yazıyorum bunları?
Hastalık boyutunda olmamakla birlikte sanırım herkes bir ikinci hatta üçüncü kişiliği bünyesinde barındırıyor.
Gerçekten, bir bakın kendinize ve son bir ayda kaç farklı kişilik yansıttınız veya sergilediniz düşünün...
Kendi adıma şunları söyleyebilirim ki gündüzleri ve geceleri farklı iki insan olup çıkıyorum.
Bir duygusallıktır çöküyor geceleri ama gündüzleri de bir o kadar mesafeliyim duygusallığa.
Karar alma aşamasında hangi saati seçmek daha doğru olur diye bile düşünmeye başladım.
Yapım gereği mantığıma uymayan şeylerden uzak dururum. Yani sadece duygular eğer mantığım da onay vermezse beni bir yere çekemez. Bu yüzden geceleri karar almamam lazım sanırım ( yada öyle mi?)...
Yani en büyük kararlar kalp ile alınır derler yani büyük ve önemli kararlarımı geceleri duygusal iken mi almalıyım?
Hmm, bilemedim şimdi...
Olayına göre değişir diyelim.
Bakın, iki dakikada kendimle önce tartışıp sonra bir anlaşmaya vardım bile. Acaba biraz daha zorlasam batak için 4.yü çıkartabilir miyim:)
E, siz de durumlar nasıl, yani siz kaç kişisiniz?

18 Nisan 2011 Pazartesi

Hayaller ve Gerçekler...


BMW M3....
420 beygir, beyaz renkli ve camları filmli...
En sevdiğim ve almayı HAYAL ettiğim arabadır kendileri.

Geçen gün yolda bunu düşünürken yanımdan aheste aheste ve nispet yaparcasına geçiverdi bir tanesi...
92 beygirlik arabamla yarışmaya kalkmadım tabi, sadece onu izleyip motor sesinin dinlemeye ve keyif almaya çalıştım.
Sonra sahibinin yerinde olmayı ve o direksiyonu tutmayı hayal ettim...
Ve felsefe böcüsü yine ısırdı...
"Aslında hepimiz başkalarının hayalini kurduğu şeylere sahibiz" diye düşündüm.
Fiziğim şöyle olsa dersin ve bir süre sonra yanından o fiziğe sahip insanlar geçer.
İşim, evim, saatim, sevgilim vs vs kısacası hayallerim dediğin şeyleri düşünürken onlara veya benzerlerine sahip insanları görürsün etrafında...
Peki senin hayallerin, ona sahip olan insanların da mı hayalidir yoksa o mülkiyet çok mu spontane gelişmiştir?
Bunu henüz bilmiyorum.
Ama biliyorum ki birileri senin hayallerine sahip...
Belki sen de başkalarınınkine...
İlla maddi olmak zorunda değil bu hayaller, yani para, ev, araba vs.
Manevi olarak da büyük boşluk içinde olan bir toplum olduğumuz için manevi hayalleri de buna dahil edebiliriz...
Huzur, iç bütünlük, kendine güven, kendine saygı vs...
Aslıda hayallerin bir kısmı gerçekten çalışırsak yapabileceğimiz şeyler...
E bazıları da bu dünyada pek mümkün görünmüyor - tabi diğer tarafta o imkanlar var mı bilemem...
*************************************************************************************
Birden aklıma Yüzüklerin Efendisi filminden Aragorn'un bir repliği geliyor;

Aragorn : Become who you were born to be...
Yani, olmak için doğduğun kişi ol diyor amca.
Höh be, sözün mükemmelliğine bakar mısınız?
İşte gerçek mutluluk bu olsa gerek, yani sen hayal dünyasında Polyannacılık oynarken eloğlu hayaline sımsıkı asılıyor ve onu gerçekleştiriyor.

Bir diğer replik de bir reklamdan;
"Bugün etrafınızda gördükleriniz, dün birilerinin hayaliydi..."
Peki, sizin hayalleriniz neler?
Ve onları gerçekleştirmek için ne yapıyorsunuz - tuvalette sigara içip onları düşünmekten başka yani?

PS: Resimde Kanji dilinde "Truth" yani "Gerçek" yazıyor.

14 Nisan 2011 Perşembe

"İlk Buluşma"lar....

"Bir kitabın ne anlattığını anlamak için sadece önsözü okumak yetseydi, kimse sadece o önsözleri okumak varken yüzlerce sayfadan oluşan kitapları satın almazdı"
Yani sanırım...
O nedenle ilk buluşmada oturup bütün bir hayatın özetini yapmak çok da doğru değil.
Dilin kemiği yok ve eğer biraz da geveze biriyseniz başlıyorsunuz anlatmaya....
Bir saatin sonunda;
Eğer "Benim burada ne işim var" duygusuna kapılmıyorsanız ve tebessümler yayılıyorsa yüze her şey yolunda demektir.
Ama bazen de tam tersi olur ve " Benim burada ne işim var" deyiverirsiniz.
İlk buluşmalar...
Öyle yada böyle iki kişinin bir araya gelmesi.
Sonra konuşmalar başlar ve kendini kendi cümlelerinle anlatmaya çalışırsın. Aslında bu bir önsözdür. Asıl kitap okunmaya başlanmamıştır bile. Herkesin bir hikayesi var derken sanırım kast ettikleri tam olarak bu olmasa da ben herkesin sayfalar dolusu bir hikayesi olduğuna gerçekten inanıyorum.
Ve sadece bir önsözün bu kitabı anlatamayacağını da .... Hatta özetleyemeyeceğini de.
Bazen karşınızdakinin sizin söylediklerinizi anladığınızı düşünene kadar vurguluyorsunuz bir şeyleri... Ama diğer taraf kafasına matkapla delik açılmış gibi şoka giriyor...
Ya, aslında ben diyorum ki bu da kader.. Yani bir şey olacaksa olur, olmayacaksa olmaz ama diğer taraftan kendime sadece kader deyip kestirip atmayı da yakıştıramıyorum.
Yine tevekkül sözcüğü uçuşuyor insanın aklında..
Olacaksa olur olmayacaksa olmaz ama bir gayret.
Konumuza dönelim...
Eğer ileri asosyal yada eşcinsel değilseniz illa ki karşı cinsle bir ilk buluşma hadisesi yaşamışsınızdır. Önce selamlaşma, sonra spontan hayat sözcükleri ve e anlat bakalımlar.
İş, güç, hayat derken ortaya kısacık ve karışık bir önsöz yapıverirsiniz. Peki bu siz misiniz?
Belki de ortaya kısacık bir önsöz yapmak doğru değil?
Neden mi?
Bırakın o tanısın sizi - eğer bunu isterse- yok eğer istemezse o kadar laf kalabalığına girmemiş olursunuz.
Hem ne demişler "Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz" ama lafsız da olmuyor.
Aklıma bunları yazarken resimde afişi bulunan 50 ilk buluşma filmi geldi.
Hani Drew Berrymore'un geçirdiği kazaya bağlı olarak hafızasının sadece 1 günlük olması ve Adam Sandler'in bunu öğrendikten sonra her gün O'nu kendine aşık etme çabası...
Düşünün, hayatınızın her günü ilk buluşma oluveriyor....
İnanın, çok güzel şeyler yaşama ihtimaliniz olan bir insanla bile 10 kere ilk buluşma yaşasanız en az 2 yada 3 ünde yine kaybedersiniz. O yüzden ilk buluşmalara sadece kısa bir merhaba gözüyle bakmak ve konuyu çok uzatmamak lazım...

13 Nisan 2011 Çarşamba

Zekama Yakışmayan Salaklıklarım...



Güzel söz.. Çok sevdim..
Bu sözlerin sahibi maalesef ben değilim. Murathan MUNGAN.
Ancak şair ruhlu bir insan yaptığı ve sonradan kedisine yakıştıramadığı salaklıkları bu kadar kısa ve net bir şekilde anlatabilirdi.
Akımdan kendi salaklıklarım geçti birden bire.
Sanırım benim de çok var.
Tevazu sahibi olmayı bir kanara bırakırsak bazen ukala olduğum bile söylenebilir.
Ama gel gör ki benim salaklıklarım da bir o kadar mütevazi yani sıradan ve sinir bozucu.
Açtım ya düşünce kapısını bir kere, şimdi nerede kuytuda kalmış salaklık var fışkırıyor yüzüme.sabah sabah güleyim mi ağlayayım mı bilemedim...
Ve bu sabah çok sesli düşündüm galiba...
Salaklıklarımdan rahatsız olmuş, olan ve olacak herkesten şimdiden özür diliyorum...
İnanın istemeden yapıyorum....